Babam Çatlı Kitabından..
Dünya üzerinde büyük bir alana yayılmış olan Türk kavimlerinin
bugünkü nüfusu 250 milyonu aşar. Bu nedenle, Türkler yaşadıkları
bölgelere göre isim almışlardır. Çatlıların soyu, Türk boyları arasında
en kalabalık nüfusa sahip olan, Oğuz yani Türkmen grubuna dayanmaktadır.
Abdullah Çatlı’nın dedesi Hacı Mehmet, Trablusgarp savaşında, Mustafa
Kemal Atatürk’ün yanında bulunmuş ve beş yıl boyunca topçuluğunu
yapmıştı. Savaş bitiminde gazi olan Hacı Mehmet’e, yiğitliğini
simgeleyen gümüş kaplı bir kılıç verilmiş ve lakabı “Kılıç Mehmet”
olmuştu. Kendisi, ailesini de yanına alarak 1925′de azınlıkların göç
ettiği Nevşehir’in Çat köyüne yerleşmiş ve bakır kalaycılığı yapmaya
başlamıştı. Çatlı soyadı buradan gelmektedir. Hacı Mehmet Çatlı’nın üç
oğlu, baba mesleğini bir süre devam ettirmiş daha sonra yurt dışına
kamyonlarla yük taşıma, araba lastiği, ve beyaz eşya işlerine girerek
Nevşehir’in başarılı esnaflarından olmuşlardı. Ancak Anadolu insanları
olmaları sebebiyle, mütevazi bir yaşam şeklini benimsemişlerdi. Öyle ki,
bu kalabalık aile aynı evin çatısı altında yaşıyordu.
Ahmet ve Remziye Çatlı’nın ilk üç çocukları kız olmuştu. Dördüncü
çocuk yoldaydı. Ailenin devamı için bir erkek evlat şart diye
düşünülürken, ebe “müjdesini” istedi.
“Gözün aydın Kılıçlı ağa! Tosun gibi bir erkek doğdu. Hayrını görürsün inşallah.” diyordu.
Hacı Mehmet’in yüzü gülmeye başlamış, efkarlandığı için tütünü de alelacele sarmıştı. Sonra ebe hatunun eline sarı lira yani reşat altını sıkıştırarak, evin diğer gelinlerine: “Oğlanı kundakladıktan sonra bana getirin.” dedi.
Cepkeninin içi cebinden bu kez bir anahtar çıkarıp, ebe hatunu da yanına alarak, tahtalıya yanı kışlık erzaklarının konulduğu kilere geçtiler. Tahtalı, kıymetliydi. Tıpkı erkek evladı gibi. Dede, büyük bir çuvala pestil, koftur, keçi boynuzu, akide şekeri ve kuru üzüm doldurdu. Ebe hatunun yüzü de gülmeye başlamıştı.
Beyaz bir kundakta gelen bebeğin saçları gür, teni buğday ve ebenin de dediği gibi tosun gibi bir erkek evladıydı. Dede bebeği kucağına alıp, sevdi. Oğluna göz ucuyla bakabilen baba Ahmet Çatlı, onu ancak saatler sonra sevebilecekti. Çünkü o dönemin anlayışına göre, bu büyüklere karşı saygısızlık olarak görülüyordu. Aynı günün akşamı, dede Hacı Mehmet bebeğin isminin kurayla seçileceğini söyledi. Kendisi sert mizaçlı ama demokrat bir adamdı. Aday isimler yazıldı ve bir fötr şapkanın içine koyuldu. Kura çekilmiş ancak dedenin eline iki kağıt ilişmişti! Birinde Emrullah, diğerinde Abdullah yazıyordu.
“Gözün aydın Kılıçlı ağa! Tosun gibi bir erkek doğdu. Hayrını görürsün inşallah.” diyordu.
Hacı Mehmet’in yüzü gülmeye başlamış, efkarlandığı için tütünü de alelacele sarmıştı. Sonra ebe hatunun eline sarı lira yani reşat altını sıkıştırarak, evin diğer gelinlerine: “Oğlanı kundakladıktan sonra bana getirin.” dedi.
Cepkeninin içi cebinden bu kez bir anahtar çıkarıp, ebe hatunu da yanına alarak, tahtalıya yanı kışlık erzaklarının konulduğu kilere geçtiler. Tahtalı, kıymetliydi. Tıpkı erkek evladı gibi. Dede, büyük bir çuvala pestil, koftur, keçi boynuzu, akide şekeri ve kuru üzüm doldurdu. Ebe hatunun yüzü de gülmeye başlamıştı.
Beyaz bir kundakta gelen bebeğin saçları gür, teni buğday ve ebenin de dediği gibi tosun gibi bir erkek evladıydı. Dede bebeği kucağına alıp, sevdi. Oğluna göz ucuyla bakabilen baba Ahmet Çatlı, onu ancak saatler sonra sevebilecekti. Çünkü o dönemin anlayışına göre, bu büyüklere karşı saygısızlık olarak görülüyordu. Aynı günün akşamı, dede Hacı Mehmet bebeğin isminin kurayla seçileceğini söyledi. Kendisi sert mizaçlı ama demokrat bir adamdı. Aday isimler yazıldı ve bir fötr şapkanın içine koyuldu. Kura çekilmiş ancak dedenin eline iki kağıt ilişmişti! Birinde Emrullah, diğerinde Abdullah yazıyordu.
Annesi Remziye Çatlı anlatıyor:
“Kış mevsimiydi. Bütün aile sobanın etrafında toplanmıştı. Ben de,
elle dokunamasam da, göz ucuyla çocuklarımı izliyordum. Abdullah hariç
hepsi, dedelerinin korkusundan neredeyse nefes almaksızın bir kenara
kıvrılmışlardı. Bizim afacan da yeni emeklemeyi öğrendiği için, odada
deli gibi dönüyordu. Bir de baktım, Abdullah sobaya doğru emekliyor.
Babasına işaret ettim, o da yerinde duramıyordu ama… Daha fazla
dayanamadım “Bey sobaya odun getireyim, Abdullah da acıktı” gibi bir
şeyler geveledim. Ahmet hemen yerinden kalktı, neredeyse sobaya
yapışacak olan Abdullah’ı kaptığı gibi bana verdi. Kayınpederim
ciddiyetini hiç bozmadan; “Çocuğuna mukayyet ol gelin. Ben senin
babanım, burası da senin evin. Rahat ol” demişti demesine ama ben de
cevap verecek hal kalmamıştı.
Evin diğer gelinleriyle birlikte bağ-bahçeye gittiğimizden, diğer
çocuklarım gibi Abdullah’ı da buralarda büyüttüm. Ona karşı ayrı bir
düşkünlüğümün olduğunu bildiğinden hiçbir sorun çıkarmaz, işim bitene
dek kendi kendine .oyalanırdı. Mazlum bir çocuktu.
Kavgacı değildi ama oyunda hile yapanları, tartışma çıkaranları, o gün aralarına almazdı. Hatta bir keresinde büyük şehirden bize misafir gelenlerin oğlunun topunu saklamış, her yerde aramamıza rağmen yerini söylememişti. Bahanesi de hazırdı; “Mahalledeki arkadaşların top alacak paraları yok. Topuyla oynamalarına izin vermedi. Hatta karşılarına geçip, kıskandırmaya başladı.” demişti. Topu ancak misafirlerin gidecekleri son gün ortaya çıkardı.
ilk okula başladığı günü sanki dün gibi hatırlıyorum. Sabah ezanı okunmadan siyah beyaz önlüğünü giymiş, bir haftadır yastığının kenarından ayırmadığı lastik ayakkabılarını eline almış ve beni erkenden kaldırmıştı. Abdullah’ın okula karşı bu merakı, daha üç yaşlarındayken başlamış ve okuma yazmayı erkenden sokmuştu. Zaten ilk okul dönemi, ele avuca sığmamazlığı dışında sorunsuz geçti. Dediğim gibi Abdullah mazlum bir çocuktu ama o yaşlarda bile haksızlığa tahammülü yoktu. Arkadaşlarıyla bile oyun oynarken eğer biri bir diğerini haksız yere döver ya da fesatlık yapmaya kalkışırsa onu cezalandırarak bir kaç gün aralarına almazdı.Yaşıtlarından olgun olmasına rağmen cana yakın, sevecen ve büyükleriyle diyalog kurabilen bir çocuktu. Soru sorup, öğrenmeye bayılır ancak her söylenene de inanmazdı. Belki de bu yüzden okumayı erkenden öğrenmişti. Bu yönü kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Yani bizim zorlamamız olmadan. Zaten araştırmaya olan merakı, o dönemlerde başlamıştı. Evde ki radyoların içini açıp, kurcalardı oğlum.” diye anlatıyordu.
Kavgacı değildi ama oyunda hile yapanları, tartışma çıkaranları, o gün aralarına almazdı. Hatta bir keresinde büyük şehirden bize misafir gelenlerin oğlunun topunu saklamış, her yerde aramamıza rağmen yerini söylememişti. Bahanesi de hazırdı; “Mahalledeki arkadaşların top alacak paraları yok. Topuyla oynamalarına izin vermedi. Hatta karşılarına geçip, kıskandırmaya başladı.” demişti. Topu ancak misafirlerin gidecekleri son gün ortaya çıkardı.
ilk okula başladığı günü sanki dün gibi hatırlıyorum. Sabah ezanı okunmadan siyah beyaz önlüğünü giymiş, bir haftadır yastığının kenarından ayırmadığı lastik ayakkabılarını eline almış ve beni erkenden kaldırmıştı. Abdullah’ın okula karşı bu merakı, daha üç yaşlarındayken başlamış ve okuma yazmayı erkenden sokmuştu. Zaten ilk okul dönemi, ele avuca sığmamazlığı dışında sorunsuz geçti. Dediğim gibi Abdullah mazlum bir çocuktu ama o yaşlarda bile haksızlığa tahammülü yoktu. Arkadaşlarıyla bile oyun oynarken eğer biri bir diğerini haksız yere döver ya da fesatlık yapmaya kalkışırsa onu cezalandırarak bir kaç gün aralarına almazdı.Yaşıtlarından olgun olmasına rağmen cana yakın, sevecen ve büyükleriyle diyalog kurabilen bir çocuktu. Soru sorup, öğrenmeye bayılır ancak her söylenene de inanmazdı. Belki de bu yüzden okumayı erkenden öğrenmişti. Bu yönü kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Yani bizim zorlamamız olmadan. Zaten araştırmaya olan merakı, o dönemlerde başlamıştı. Evde ki radyoların içini açıp, kurcalardı oğlum.” diye anlatıyordu.
Genç Çatlı, ortaokul sonlarmdayken ailesi Kapucubaşı Bozkurt
sokağındaki yeni evlerine taşınmışlardı. Baba Ahmet Çatlı, o dönemlerde
beyazeşya dükkanı açmış ve maddi durumları oldukça iyi olan aileler
arasındaydı. Abdullah yeni mahallelerine inir inmez daha birinci günden,
komşunun kızıyla tartışmayı ihmal etmemişti. Meral Aydoğan, ileride
kaderine ortak olacağı Abdullah Çatlı’yı babasına şikayet etmeyi
düşünürken, O’ndan aşkını itiraf eden bir mektup almıştı. Abdullah kara
sevdaya kapılmıştı. Aslında kendisi, ne şiir ne de aşk mektubu yazmak
konusunda becerikliydi. Hatta bir mektubuna iliştirdiği şiirin altına
kendi ismini yazınca, bu Meral Aydoğan’ın gözünden kaçmamış ve bu olay
genç kızın espri konusu olmuştu. Bu hadiseden sonra, Abdullah Çatlı her
şiir sonuna muziplik olsun diye kendi ismini yazmaya devam etti.
Babası Ahmet Çatlı anlatıyor:
“Çok işle meşgul oldum zamanında. Abdullah en büyük erkek evladı
olduğundan, iş seyahatine çıktığımda evin ve dükkanın sorumluluğu ona
kalırdı. Geri döndüğümde Abdullah yeni siparişler almış, işlerin yoğun
olmasına rağmen hepsinin altından zor da olsa kalkmaya çalışırdı.
Efendi, art niyetsiz ama karşısındaki kim olursa olsun sözünü
esirgemeyen bir gençti.
Nevşehir Merkez Lisesinde birinci sınıf öğrencisiyken, biyoloji öğretmeni Ayşe Nuran Ararat hanım, evrim teorisini işlerken, insanoğlunun maymundan türediğini sınıfa anlatmak-taymış. Hocasının konuya yaklaşım şeklini abartılı ve yanıltıcı bulan Abdullah, sımftakilerden tepki çıkmayınca, “hiçbirimiz maymunun torunları değiliz, insanoğlu toprak ve suyun birleşiminden, yani pişmiş çamur balçığından meydana gelmiştir. Biz burada doğruluk payı ispatlanmamış, Darwin Teorisinden, yani bir varsayımdan söz ediyoruz. Siz bunu bu denli inanarak söylerseniz arkadaşlardan bazıları, bunu bir varsayımdan çok, gerçek olarak algılıyacaktır. Teori gerçeğini biraz daha öne çıkarmalıyız hocam” deyince Ayşe hanımdan azar işitmiş. Gerektiğinde susması için onu ikaz ettiysem de, bu o-nun doğrusuydu, vazgeçmeyecekti. Özellikle de kibirli insanlara karşı.” diye anlatıyordu.
Nevşehir Merkez Lisesinde birinci sınıf öğrencisiyken, biyoloji öğretmeni Ayşe Nuran Ararat hanım, evrim teorisini işlerken, insanoğlunun maymundan türediğini sınıfa anlatmak-taymış. Hocasının konuya yaklaşım şeklini abartılı ve yanıltıcı bulan Abdullah, sımftakilerden tepki çıkmayınca, “hiçbirimiz maymunun torunları değiliz, insanoğlu toprak ve suyun birleşiminden, yani pişmiş çamur balçığından meydana gelmiştir. Biz burada doğruluk payı ispatlanmamış, Darwin Teorisinden, yani bir varsayımdan söz ediyoruz. Siz bunu bu denli inanarak söylerseniz arkadaşlardan bazıları, bunu bir varsayımdan çok, gerçek olarak algılıyacaktır. Teori gerçeğini biraz daha öne çıkarmalıyız hocam” deyince Ayşe hanımdan azar işitmiş. Gerektiğinde susması için onu ikaz ettiysem de, bu o-nun doğrusuydu, vazgeçmeyecekti. Özellikle de kibirli insanlara karşı.” diye anlatıyordu.
Türkiye genelinde olduğu gibi, sağ-sol düşünce sisteminin yankıları
Nevşehir’e de sıçramıştı. Çatlı, başlangıçta ne sağcıydı, ne de solcu.
Normal bir öğrenci gibi okuluna giden ve en büyük kabahati bir kaç
sigara içmekten ibaret olan bir gençti. Babasından ilk tokadını da,
sigara içerken yakalandığında yemişti. Babasıyla aralarında ki tek sorun
buydu. Büyüklerine hiçbir zaman karşı çıkmayan Abdullah’ın bu ilk
asiliği olacaktı. Arkadaşlarının önünde yediği bu tokat, babasının yasak
ettiği sigarayı daha cezbedici yapmıştı.
Akranları sokaklarda sağ-sol kavgası yaparken, O öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü bir arkadaşının söylendiği kadarıyla “Dayak cennet çıktığı için solcu dövmek sevaptı.” Bu Çatlı’ya saçma gelmişti: “dayak ve sevap mı?… Olacak şey değil” diye geçiriyordu içinden. O, yıllar sonra da olacağı gibi sadece bunu benimseyecekti: kutsal olan vatan ve millettir, saptırılmış töreler değil.
Bundan sonra, sağ ve solun var olma mantığını kendi öğrenmeye çalışacaktı. Bir çok kitap karıştırdı, kendini sınadı ama radyodan dinlediği politikacıların ateşli hitabeleri, Türk ulusunun kudretinin ve al ak renkli bayrağın komünistler tarafından yok edilmeye çalışılmasına rağmen ülkücülerin bun¬lara karşı direndiğini duyunca irkildi. Çatlı kararını vermişti: en doğru olan ülkücü hareketin zihniyetiydi.
Akranları sokaklarda sağ-sol kavgası yaparken, O öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü bir arkadaşının söylendiği kadarıyla “Dayak cennet çıktığı için solcu dövmek sevaptı.” Bu Çatlı’ya saçma gelmişti: “dayak ve sevap mı?… Olacak şey değil” diye geçiriyordu içinden. O, yıllar sonra da olacağı gibi sadece bunu benimseyecekti: kutsal olan vatan ve millettir, saptırılmış töreler değil.
Bundan sonra, sağ ve solun var olma mantığını kendi öğrenmeye çalışacaktı. Bir çok kitap karıştırdı, kendini sınadı ama radyodan dinlediği politikacıların ateşli hitabeleri, Türk ulusunun kudretinin ve al ak renkli bayrağın komünistler tarafından yok edilmeye çalışılmasına rağmen ülkücülerin bun¬lara karşı direndiğini duyunca irkildi. Çatlı kararını vermişti: en doğru olan ülkücü hareketin zihniyetiydi.
Çatlı, Nevşehir Ülkü Ocağı’nm yolunu tutmaya başladı. Kendisinden
büyük ağabeylerinden duyduğu kadarıyla bu düşünceyi benimseyenler, aynı
zamanda kardeşti. Çatlı, çevresinde olup bitenlerden ziyade memleketin
güncesiyle yakından ilgilenen bir gençti. O’nun için vatan, artık can
demekti. Tıpkı yüzbinlerce kardeşleri gibi. Çatlı, temiz duygularla
benimsemişti bu zihniyeti. Şimdilik kendisine göre, her şey yolundaydı.
Ama ileride ipler kopacaktı…
Genç Çath’nın karakterine milliyetçi kimliği eklenince, bu durum, O’nu lise birlerin başkanlığına getirdi. Nevşehir’e sıçrayan sağ-sol tartışmaları buraya yakın olan ilçelerinden gelen aşırı solcuların esnafın huzurunu kaçırmasıyla, sağ görüşlü gençleri tartışmaya itiyordu. Bir gün, oğlunun okuldan erken döndüğünü gören babası, O’na sebebini sormuştu. Abdullah da yaşlı gözlerle: “Baba bugün okula da gitmedim. Gönlüm el vermedi. Aşırı solcular Ankara’dan bir ülkücü ağabeyimizin ciğerlerine hava basarak, beşinci kattan aşağı atmışlar.” dedi.
Babasının deyimiyle bu çirkin ve gaddar katliam genç Çatlı’yı derinden yaralamıştı. Hatta O, bu olayın okul çevresinde ciddi kıpırdamalara gebe olacağını fark edip: “Gözler üzerimizde. Kalabalık halde gezerseniz, kavgaya girmeyi göze alamazlar. Bazılarınızın köşelerde solcu dövdüğünü söyleyen var. Arkadaşlar bu bir fikir tartışması, kardeş kavgası değil. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın.” diye ikazda bulunmuştu.
Genç Çath’nın karakterine milliyetçi kimliği eklenince, bu durum, O’nu lise birlerin başkanlığına getirdi. Nevşehir’e sıçrayan sağ-sol tartışmaları buraya yakın olan ilçelerinden gelen aşırı solcuların esnafın huzurunu kaçırmasıyla, sağ görüşlü gençleri tartışmaya itiyordu. Bir gün, oğlunun okuldan erken döndüğünü gören babası, O’na sebebini sormuştu. Abdullah da yaşlı gözlerle: “Baba bugün okula da gitmedim. Gönlüm el vermedi. Aşırı solcular Ankara’dan bir ülkücü ağabeyimizin ciğerlerine hava basarak, beşinci kattan aşağı atmışlar.” dedi.
Babasının deyimiyle bu çirkin ve gaddar katliam genç Çatlı’yı derinden yaralamıştı. Hatta O, bu olayın okul çevresinde ciddi kıpırdamalara gebe olacağını fark edip: “Gözler üzerimizde. Kalabalık halde gezerseniz, kavgaya girmeyi göze alamazlar. Bazılarınızın köşelerde solcu dövdüğünü söyleyen var. Arkadaşlar bu bir fikir tartışması, kardeş kavgası değil. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın.” diye ikazda bulunmuştu.
Ancak Nevşehir gençlerinin kavgaya girmemeye itina göstermeleri,
aşırı sol görüşlü gençlerin hoşuna gitmemiş ve sağ kanadın sessizliğini
bozmak için camide abdest alan masum bir esnafı bıçaklanmışlardı. Bunun
üzerine bir kaç sağcı gençte, Nevşehir’e yakın olan Avanos’tan solcu bir
esnafın iş yerinin camlarını kırmış ve iki genci hastanelik edene dek
dövmüşlerdi. Yaşanan bu son olaylar, O’nu da düşündürmeye başlamıştı.
Gençti, hayatın gerçek yüzünü görebilmek için henüz cahildi ama bildiği
bir gerçek vardı: fikir tartışmaları artık kin -ve kanla bezeniyordu. Bu
gidişin sonu hayırlı olmayacaktı.
O günlerde, Çatlılara Ankara’dan misafirleri geldi, içlerinden biri, Ülkü Ocaklarında hizmet veren, oldukça deneyim sahibi bir büyüktü:
“Abdullah, Ocağa gidiyormuşsun.”
“Evet ağabey. Ankara’da öldürülen büyüğümüz için de çok üzüldüm. Başımız sağ olsun.”
“Kim?”
“Beşinci kattan aşağı atılan.
“Yok oğlum, öyle bir şey yok! Biz de aynısını duyduk ama aslı yok. Ortalığı karıştırmak isteyenler, bizlerin ve solcuların arasına girip, bu gibi dedikodular yayıyorlar. Sakın inanmayın. Kavgalar oluyor ama asan kesen yok!”
Genç Çatlı şaşırmıştı. Daha geçen gün, Nevşehir Ocağında bu haberden konuşulmuştu. Dayanamadı ve herkese bu aslı olmayan haberi söylemek üzere koşarak Ocağa girdi. Çünkü Nevşehir’in karşıt cephelerde olan gençlerin arası bu olaydan sonra iyice bozulmuş, bundan bir kaç ay önce samimi olan arkadaşlar fikir ayrılığına düşmüş ve birbirlerine karşı düşman kesilmişlerdi.
Bir büyüğüne seslenerek:
“Ankara haberi asılsızmış!” dedi. Karşısında ki, O’nu duymamazlıktan gelmişti. Üstüne basa basa: “Ağabey, ne işkence gören sağcılar, ne de kesilenler var. Hepsi yalan!” dedi.
Karşısında ki, teşbihini sallayarak: “Ankara’da kan dökülüyor, kan! Sen de kalkmışsın yalan diyorsun. Daha öğrenecek çok şeyin var anlaşılan. Ayrıca diyelim ki şimdilik bir şey yok, ya aylar sonrasını hiç düşündün mü? Duydukların sende kalsın Abdullah. Başkalarına da sakın söyleme!”
“Günden güne olaylar artıyor. Yakında iç savaş çıkacak. Bizler, buralardan sorumlu olduğumuza göre, arkadaşları daha çok tembihleyip, kimsenin tesirinde kalmamalarını ve sol¬culara karşılık vermemelerini söylemeliyiz…”
“Kendine gel, bu bir kardeş kavgası değil. Onlar Rusya’nın evlatları, biz de ise asil Türk kanı var. Arkadaşlara haber sal. Yarından itibaren nerede solcu görülürse, duman edilecektir.”
“Ya sonra ne olacak! Onlar bize, biz onlara saldıracağız değil mi? Sen değil miydin bana, bu bir fikir tartışması diyen.”
“Savaşta mantık aranmaz. Şimdi git ve herkese haberi sal. Bu bir emirdir Abdullah!”
“Emir almaktan hoşlanmam. Emir verenleri de hiç sevmem. Ocakların kuruluş sebebini saptırıyorsun. Savaşınız kutlu olsun, ben bunda yokum ağabey.”
Yüzü asılmıştı. Aylar öncesinden gönül verdiği bu ideoloji, Nevşehirli bir büyüğü tarafından, “emir almak ve mantığı köreltmekle” kaosa sürükleniyordu. Çatlı’ya göre, ülkücü vatana ve milletine karşı vefalı, düşünebilen, temiz ruhlu, efendi görünümlü ve yerine göre karşılık veren biri olmalıydı. Emir alan değil. Genç Çatlı, “itaat” etmekten hoşlanmazdı. Çünkü an gelir ve emir verenlerin de düşünceleri yanlış olabilirdi… Hayal kırıklığına uğratılmıştı. Hani Ocak yalnış yapmazdı. O kollar, korur, doğru olanı gösterirdi.
Çatlı, eskisi gibi her gün Ocağa gitmemeye ve bir kaç arkadaşıyla kendi çaplarında ufak müdahalelerde bulunmaya karar verdiler. Çatlı’nm bu seçimi, ileride O’nu Ankara’da bekleyen kaderin ilk adımıydı. Belli bir hareketin içinde görünen Çatlı, çekirdek kadrosunu kuracak ve atılması gereken en doğru adım hangisi ise bunu yapacaktı. Fakat her adımında bataklığa daha çok gömülecekti.
O günlerde, Çatlılara Ankara’dan misafirleri geldi, içlerinden biri, Ülkü Ocaklarında hizmet veren, oldukça deneyim sahibi bir büyüktü:
“Abdullah, Ocağa gidiyormuşsun.”
“Evet ağabey. Ankara’da öldürülen büyüğümüz için de çok üzüldüm. Başımız sağ olsun.”
“Kim?”
“Beşinci kattan aşağı atılan.
“Yok oğlum, öyle bir şey yok! Biz de aynısını duyduk ama aslı yok. Ortalığı karıştırmak isteyenler, bizlerin ve solcuların arasına girip, bu gibi dedikodular yayıyorlar. Sakın inanmayın. Kavgalar oluyor ama asan kesen yok!”
Genç Çatlı şaşırmıştı. Daha geçen gün, Nevşehir Ocağında bu haberden konuşulmuştu. Dayanamadı ve herkese bu aslı olmayan haberi söylemek üzere koşarak Ocağa girdi. Çünkü Nevşehir’in karşıt cephelerde olan gençlerin arası bu olaydan sonra iyice bozulmuş, bundan bir kaç ay önce samimi olan arkadaşlar fikir ayrılığına düşmüş ve birbirlerine karşı düşman kesilmişlerdi.
Bir büyüğüne seslenerek:
“Ankara haberi asılsızmış!” dedi. Karşısında ki, O’nu duymamazlıktan gelmişti. Üstüne basa basa: “Ağabey, ne işkence gören sağcılar, ne de kesilenler var. Hepsi yalan!” dedi.
Karşısında ki, teşbihini sallayarak: “Ankara’da kan dökülüyor, kan! Sen de kalkmışsın yalan diyorsun. Daha öğrenecek çok şeyin var anlaşılan. Ayrıca diyelim ki şimdilik bir şey yok, ya aylar sonrasını hiç düşündün mü? Duydukların sende kalsın Abdullah. Başkalarına da sakın söyleme!”
“Günden güne olaylar artıyor. Yakında iç savaş çıkacak. Bizler, buralardan sorumlu olduğumuza göre, arkadaşları daha çok tembihleyip, kimsenin tesirinde kalmamalarını ve sol¬culara karşılık vermemelerini söylemeliyiz…”
“Kendine gel, bu bir kardeş kavgası değil. Onlar Rusya’nın evlatları, biz de ise asil Türk kanı var. Arkadaşlara haber sal. Yarından itibaren nerede solcu görülürse, duman edilecektir.”
“Ya sonra ne olacak! Onlar bize, biz onlara saldıracağız değil mi? Sen değil miydin bana, bu bir fikir tartışması diyen.”
“Savaşta mantık aranmaz. Şimdi git ve herkese haberi sal. Bu bir emirdir Abdullah!”
“Emir almaktan hoşlanmam. Emir verenleri de hiç sevmem. Ocakların kuruluş sebebini saptırıyorsun. Savaşınız kutlu olsun, ben bunda yokum ağabey.”
Yüzü asılmıştı. Aylar öncesinden gönül verdiği bu ideoloji, Nevşehirli bir büyüğü tarafından, “emir almak ve mantığı köreltmekle” kaosa sürükleniyordu. Çatlı’ya göre, ülkücü vatana ve milletine karşı vefalı, düşünebilen, temiz ruhlu, efendi görünümlü ve yerine göre karşılık veren biri olmalıydı. Emir alan değil. Genç Çatlı, “itaat” etmekten hoşlanmazdı. Çünkü an gelir ve emir verenlerin de düşünceleri yanlış olabilirdi… Hayal kırıklığına uğratılmıştı. Hani Ocak yalnış yapmazdı. O kollar, korur, doğru olanı gösterirdi.
Çatlı, eskisi gibi her gün Ocağa gitmemeye ve bir kaç arkadaşıyla kendi çaplarında ufak müdahalelerde bulunmaya karar verdiler. Çatlı’nm bu seçimi, ileride O’nu Ankara’da bekleyen kaderin ilk adımıydı. Belli bir hareketin içinde görünen Çatlı, çekirdek kadrosunu kuracak ve atılması gereken en doğru adım hangisi ise bunu yapacaktı. Fakat her adımında bataklığa daha çok gömülecekti.
Babası Ahmet Çatlı anlatmaya devam ediyor:
“Bir gece vakti, sanırım yaz mevsimiydi, sokak kapısından gelen sesle
uyandım. Elime geçirdiğim sopayla kapının kenarına geçip, beklemeye
koyuldum. Biri kapı altındaki aralıktan gazete kağıdını uzatmış, anahtar
deliğindeki kilidi gazetenin üstüne düşürmeye çalışıyordu. Nitekim
başardı da. Sonra gazateyi kendine doğru çekip, anahtarla usulca kapıyı
açtı. Hırsız beklerken karşıma Abdullah çıktı.
Son dönemlerde eve geç gelmeye başlamıştı. Sebebini sordum, o da üzgün bir vaziyetle:
“Solcular duvarlara yakışıksız yazılar yazmışlar. Hepsini silmek uzun sürdü. Sonra yerine biz bir şeyler yazdık.” dedi. Ne yazdıklarını sordum, oğlum da
“Şehitler ölmez.” yanıtını verdi.
Oğlumun yalnış bir şey yapmayacağını biliyordum. Bana göre, o milletini seven normal bir gençti, ileride bu duygusunu milli bir misyon haline getireceğini elbette ki tahmin edemezdim. Okulda başarılıydı. Bu benim içimi rahatlatıyordu. Hatta sınıf hocası Fatma Gülay Ulu-türk’ün “Gelecekte en çok Abdullah’tan ümitliyim” demesi, bir diğer hocası Servet Göncü’nün ondan son derece memnun olması, oğlumun doğru yolda olduğunu gösteriyordu. Hocalarından duyduğum kadarıyla, tarih derslerinde Kurtuluş Savaşı’nı yaşıyormuşcasına heyecanla anlatır, Mehmet Akif Ersoy gibi yazım kahramanlarını da en güzel kelimelerle tanıtırmış. Özellikle de Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’sini okul sahnesinde başarı ve keyifle sunması, Abdullah’ın temiz duygularla milli görüşü benimsediğinin bir gös¬tergesiydi. Faal bir çocuktu. Lisedeyken, bando ve güreşle de ilgilenmişti.”
Ancak genç Çatlı lise sona geldiğinde, hocası Ayşe Nuran Ararat tarafından bütünlemeye bırakılmıştı. Çatlı’yı seven diğer hocalar -ki aralarında aydın kişiliğe sahip sol eğilimli hocalar da bulunuyordu- “Çocuğu haksız yere bütünlemeye bırakacaksınız Ayşe hanım” diye ikaz etmelerine rağmen, hocasının bu tavrından kaçış yoktu. Genç Çatlı, 1974 yazım ders çalışmakla geçirmiş ve neticede bütünleme sınavını başarıyla vermişti. Lise son 6 Edebiyat sınıfının 211 numaralı öğrencisi Abdullah Çatlı mezun olmuştu.
Son dönemlerde eve geç gelmeye başlamıştı. Sebebini sordum, o da üzgün bir vaziyetle:
“Solcular duvarlara yakışıksız yazılar yazmışlar. Hepsini silmek uzun sürdü. Sonra yerine biz bir şeyler yazdık.” dedi. Ne yazdıklarını sordum, oğlum da
“Şehitler ölmez.” yanıtını verdi.
Oğlumun yalnış bir şey yapmayacağını biliyordum. Bana göre, o milletini seven normal bir gençti, ileride bu duygusunu milli bir misyon haline getireceğini elbette ki tahmin edemezdim. Okulda başarılıydı. Bu benim içimi rahatlatıyordu. Hatta sınıf hocası Fatma Gülay Ulu-türk’ün “Gelecekte en çok Abdullah’tan ümitliyim” demesi, bir diğer hocası Servet Göncü’nün ondan son derece memnun olması, oğlumun doğru yolda olduğunu gösteriyordu. Hocalarından duyduğum kadarıyla, tarih derslerinde Kurtuluş Savaşı’nı yaşıyormuşcasına heyecanla anlatır, Mehmet Akif Ersoy gibi yazım kahramanlarını da en güzel kelimelerle tanıtırmış. Özellikle de Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre’sini okul sahnesinde başarı ve keyifle sunması, Abdullah’ın temiz duygularla milli görüşü benimsediğinin bir gös¬tergesiydi. Faal bir çocuktu. Lisedeyken, bando ve güreşle de ilgilenmişti.”
Ancak genç Çatlı lise sona geldiğinde, hocası Ayşe Nuran Ararat tarafından bütünlemeye bırakılmıştı. Çatlı’yı seven diğer hocalar -ki aralarında aydın kişiliğe sahip sol eğilimli hocalar da bulunuyordu- “Çocuğu haksız yere bütünlemeye bırakacaksınız Ayşe hanım” diye ikaz etmelerine rağmen, hocasının bu tavrından kaçış yoktu. Genç Çatlı, 1974 yazım ders çalışmakla geçirmiş ve neticede bütünleme sınavını başarıyla vermişti. Lise son 6 Edebiyat sınıfının 211 numaralı öğrencisi Abdullah Çatlı mezun olmuştu.
0 commentaires:
Post a Comment