?Kutlu Savaş ünlü raporunda, Abdullah Çatlı ve ekibine yaptırılan operasyonların meşruiyetini sorgulamaz?.
AHMET İNSEL
Farklı
partilerin serbest seçimlerle iktidara geldiği, iktidarın muhalefet ve
basın tarafından denetlendiği toplumlarda, kirli devlet oluşumlarından
haberdar olanlar bunu kısa zamanda topluma duyurmayı bir görev sayarlar.
Ama Türkiye?de...
Ergenekon iddianamesi ve ekindeki belgeler,
Türkiye’de yönetimin üst kademelerinde yeralanların, devlet güdümlü
birçok yasadışı eylem ve oluşum hakkında doğrudan veya dolaylı biçimde
bilgi sahibi olduklarını gösteriyor. Hatta yönetimin hassas noktalarında
görev almış, hiyerarşik olarak orta kademelerde yer alanların da bu
bilgilere sahip olduğunu öğreniyoruz. MİT kaynaklı bilgi notlarının,
devletin denetleme kurullarının raporlarının, özel soruşturma
komisyonlarının sonuçlarının, TSK içindeki çeşitli fişleme ve
değerlendirme çalışmaları ile emniyet görevlilerinin dinleme ve
izlemelerinin oluşturduğu bilgi yığını, bu cephesiyle devletin kendine
karşı aslında gayet şeffaf olduğunu gösteriyor.
Hangi sorumlunun, nerede yasal olmayan bir girişimi olduğundan, bir ayağı hep sivil veya askeri yönetim aygıtlarının içinde olan çeşitli menfaat şebekelerinin varlığına kadar uzanan bu bilgiler, dikkat çekici biçimde devletin dışına neredeyse hiç taşınmıyor. Taşındığı zaman ise, Susurluk kazası sonrasında olduğu gibi, taşan bilginin etrafına çok sıkı ve dar bir güvenlik çemberi hemen yerleştirilerek, yapının diğer karanlık ve kirli cephelerinin ortaya çıkması engelleniyor.
Böyle bir duruma genellikle kişisel diktatörlüklerde veya tek parti rejimlerinde rastlanır. Yöneticilerin sık sık değiştiği, farklı partilerin serbest seçimlerle iktidara geldiği, iktidarın muhalefet ve basın tarafından denetlendiği toplumlarda, bu tür kirli devlet oluşumlarından haberdar olanlar bunu kısa zamanda topluma duyurmayı bir görev sayarlar. Eğer böyle davranmazlarsa, işlenen yasadışı eyleme zımni ortak olarak kamuoyunda değerlendirileceklerini bilirler. Bu nedenle demokratik rejimlerde kirli devlet girişimleri her zaman olur ama bunun bilgisi o girişimde bulunan çevrenin sınırlarını aştığında genellikle siyasal hesap sorma süreci de hemen başlar. Yargı da gerekiyorsa devreye girer.
Teşhir edilmeyen kirlilikler
Türkiye’de de, kirli devlet eylemlerinin kısa zamanda teşhir edilmesine yol açacak yukarıdaki koşulların çoğu görünüşte vardır. Vardır ama devletin kirli yüzü buna rağmen ortaya dökülmez. Yöneticiler değişir, memurlar emekli olur, muhalefet iktidara gelir ancak bu kirli devlet pratikleri, birkaç istisna dışında teşhir edilmez. Türkiye’de sorumlu devlet adamı olmak demek, İtalyan mafya geleneğinin en önemli kurallarından biri olan ‘omerta’ya sadık kalmak demektir. ‘Omerta’ kuralı, mafya içindeki bir bilginin mafya dışına kesinlikle çıkmaması demektir. Bu kuralı çiğneyen öldürülür. Bu kuralı aşabilmek için İtalya’da yakın tarihte kimliği gizli tanık uygulamaları geliştirildi.
Türkiye’de de adı konmayan bir siyasal ‘omerta’ yıllardan beri yürürlükte. Hatta bunun siyasal geleneğimizin en eski uygulamalarından biri olduğunu bile söyleyebiliriz. Kutlu Savaş’ın raporunun hassas sayfaları gizlenir. Yassıada duruşmalarında 6-7 Eylül olaylarının üzerine gidilmez. 1970’lerin kanlı kitle katliamlarını uzaktan yönetenler ortaya çıkarılmaz. Daha doğrusu bunlar bilinir ama devletin içinde kalır. Bunu bilenler emekli olduklarında, siyasetten çekildiklerinde bile, en iyi ihtimalle bildiklerini ima etmekle yetinirler. Açılan soruşturmalar hassas bir noktaya gelindiğinde durur, durdurulur. Susurluk kazası sırasında hükümette olan parti başkanı, ortaya dökülenlere ‘fasa fiso’ diyecek kadar kadim devlet geleneği ile özdeşleşmişti. Bir başka Türk devlet büyüğü için ise, bunlar ‘münferit işler’dir.
Türkiye’de devlet ‘omerta’sı yürürlüktedir. Çünkü her şeyden önemli olan, devletin kutsallığına, yaptığının hikmetinin sorgulanamayacağına olan inancın sürüp gitmesinin sağlanmasıdır. Devletin içinde elbette zaman zaman temizlik operasyonları yapılır. Ama bunlar, bu tür kirli eylemleri şahsi menfaate dönüştürme konusunda dozu kaçıranlarla sınırlıdır. Yapılan temizlikten kamuoyunun da haberi pek olmaz. ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ lafının en fazla geçerli olduğu alanlardan biri, devletin içidir. Devletin saygınlığına halel getirmemek ilkesi de bunun örtüsüdür.
Ayrıca bu ‘sorumlu devlet adamı’ geleneği, bu tür yasadışı girişimlere devletin her zaman ihtiyacı olduğunu kabul eder. Kutlu Savaş ünlü raporunda, Abdullah Çatlı ve ekibine yaptırılan operasyonların meşruiyetini sorgulamaz. Tersine bu tür yurtiçi ve yurtdışı operasyonlara bütün devletlerin başvurduğu, bunun devlet olmanın bir gereği olduğu özenle hatırlatır.
Yasadışı ama devlet içi eylemlerde aşırıya kaçanlarla denetim dışına çıkanların tasfiye edilmesi, çok fazla gürültü koparılmadan cezalandırılmaları ve en uygunu, sessizce yok edilmeleri bu kutsal devlet geleneğinin kadim bir kuralıdır.
Devlet zümresi her şeyi biliyor
Bu açıdan ele alındığında, Ergenekon iddianamesi ekinde yer alan onbinlerce sayfalık belge, içlerinde dezenformasyon amaçlı hazırlanmış olanları dahil olmak üzere, bu devlet zümresinin aslında birçok şeyi gayet iyi bildiğini göstermesi açısından Türkiye siyasal tarihinde bir ilki oluşturuyor. Sadece Veli Küçük ve etrafındaki oluşumla ilgili bilgilerin değil, örneğin 18 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Ergenekon iddianamesi eklerinde yeralan çok daha sıradan bir jandarma bilgi notu, bir ayağı devlette olan çok geniş bir menfaat şebekesinin boyutlarını ve çalışma biçimini tüm çıplaklığıyla aydınlatıyor. İmar izni değişikliklerine dayalı arsa spekülasyonu ve kamu mülkü paylaşımında, sivil ve asker yöneticilerin bir kısmının nasıl yakın işbirliği içinde bulunduklarını ibretle okuyoruz. Daha önemlisi, bu durumun devlet içinde gayet iyi bilindiğini, izlendiğini ama hakkında herhangi bir işlem yapılmadığını görüyoruz.
Ergenekon iddianamesi, asıl amacı belki bu olmamakla birlikte, devlet adına yapılan bir dizi karanlık eylemin yanında veya onun yamacında bir dizi kirli ilişkinin de kutsal devlet zırhı arkasında nasıl işlediğini gösteriyor. Gösterirken, bunun o kadar da gizli kapaklı olmadığını, toplumun bunları bilmemesine rağmen, devletin sorumlu mevkilerini işgal edenlerin bunları pek iyi bildiklerini ortaya koyuyor. Türkiye’nin resmi ‘omerta’ geleneğini tüm çıplaklığıyla görmemizi sağlıyor.
Bu yerli ‘omerta’, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan beri yürürlükte. Bu kuralı paylaşmayan siyasetçiler, devlet görevlileri hatta yurttaşlar, kutsal devlet gözünde makbul siyasetçi, makbul memur ve elbette makbul yurttaş olamazlar. Türkiye’de devletin makbul kabul etmediğinin hayatta kalma ihtimali az olduğu için, bilme ama susma geleneği bu derece yaygın ve etkili biçimde yürümeye devam eder.
Ergenekon iddianamesi ve bunu izlemesi beklenen ikinci davanın suçluların gerçekten cezalandırılmasıyla bitip bitmeyeceğini bilmiyoruz. Ama bu davalar vesilesiyle kamuoyunun bilgisine ve ilgisine sunulan belge yığınının, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi ve olağanlaşması mücadelesini vermeye devam edecekler açısından son derece önemli bir malzeme oluşturduğunu görebiliyoruz. Sadece mahkemelere bırakılmayacak kadar siyasal olan, tam da bu nedenle sadece iktidar partisine de teslim edilmesi sakıncalı olan, Türkiye’de özgürlük, eşitlik ve dayanışma mücadelesini yürütecek olan demokrat hareketlerin sahiplenmesiyle, takipçisi olmasıyla, demokratik bir dönüşümün taşıyıcısı olabilecek bir potansiyel sunuyor Ergenekon iddianamesi. Bu potansiyelin heba edilmeyeceğini ümit ediyoruz. Aksi takdirde gelecek kuşaklar Türkiye sollarını da bu kadim yerli ‘omerta’yı içselleştirmiş olmakla suçlamaya kalktıklarında buna ne yanıt verebiliriz ki?
Hangi sorumlunun, nerede yasal olmayan bir girişimi olduğundan, bir ayağı hep sivil veya askeri yönetim aygıtlarının içinde olan çeşitli menfaat şebekelerinin varlığına kadar uzanan bu bilgiler, dikkat çekici biçimde devletin dışına neredeyse hiç taşınmıyor. Taşındığı zaman ise, Susurluk kazası sonrasında olduğu gibi, taşan bilginin etrafına çok sıkı ve dar bir güvenlik çemberi hemen yerleştirilerek, yapının diğer karanlık ve kirli cephelerinin ortaya çıkması engelleniyor.
Böyle bir duruma genellikle kişisel diktatörlüklerde veya tek parti rejimlerinde rastlanır. Yöneticilerin sık sık değiştiği, farklı partilerin serbest seçimlerle iktidara geldiği, iktidarın muhalefet ve basın tarafından denetlendiği toplumlarda, bu tür kirli devlet oluşumlarından haberdar olanlar bunu kısa zamanda topluma duyurmayı bir görev sayarlar. Eğer böyle davranmazlarsa, işlenen yasadışı eyleme zımni ortak olarak kamuoyunda değerlendirileceklerini bilirler. Bu nedenle demokratik rejimlerde kirli devlet girişimleri her zaman olur ama bunun bilgisi o girişimde bulunan çevrenin sınırlarını aştığında genellikle siyasal hesap sorma süreci de hemen başlar. Yargı da gerekiyorsa devreye girer.
Teşhir edilmeyen kirlilikler
Türkiye’de de, kirli devlet eylemlerinin kısa zamanda teşhir edilmesine yol açacak yukarıdaki koşulların çoğu görünüşte vardır. Vardır ama devletin kirli yüzü buna rağmen ortaya dökülmez. Yöneticiler değişir, memurlar emekli olur, muhalefet iktidara gelir ancak bu kirli devlet pratikleri, birkaç istisna dışında teşhir edilmez. Türkiye’de sorumlu devlet adamı olmak demek, İtalyan mafya geleneğinin en önemli kurallarından biri olan ‘omerta’ya sadık kalmak demektir. ‘Omerta’ kuralı, mafya içindeki bir bilginin mafya dışına kesinlikle çıkmaması demektir. Bu kuralı çiğneyen öldürülür. Bu kuralı aşabilmek için İtalya’da yakın tarihte kimliği gizli tanık uygulamaları geliştirildi.
Türkiye’de de adı konmayan bir siyasal ‘omerta’ yıllardan beri yürürlükte. Hatta bunun siyasal geleneğimizin en eski uygulamalarından biri olduğunu bile söyleyebiliriz. Kutlu Savaş’ın raporunun hassas sayfaları gizlenir. Yassıada duruşmalarında 6-7 Eylül olaylarının üzerine gidilmez. 1970’lerin kanlı kitle katliamlarını uzaktan yönetenler ortaya çıkarılmaz. Daha doğrusu bunlar bilinir ama devletin içinde kalır. Bunu bilenler emekli olduklarında, siyasetten çekildiklerinde bile, en iyi ihtimalle bildiklerini ima etmekle yetinirler. Açılan soruşturmalar hassas bir noktaya gelindiğinde durur, durdurulur. Susurluk kazası sırasında hükümette olan parti başkanı, ortaya dökülenlere ‘fasa fiso’ diyecek kadar kadim devlet geleneği ile özdeşleşmişti. Bir başka Türk devlet büyüğü için ise, bunlar ‘münferit işler’dir.
Türkiye’de devlet ‘omerta’sı yürürlüktedir. Çünkü her şeyden önemli olan, devletin kutsallığına, yaptığının hikmetinin sorgulanamayacağına olan inancın sürüp gitmesinin sağlanmasıdır. Devletin içinde elbette zaman zaman temizlik operasyonları yapılır. Ama bunlar, bu tür kirli eylemleri şahsi menfaate dönüştürme konusunda dozu kaçıranlarla sınırlıdır. Yapılan temizlikten kamuoyunun da haberi pek olmaz. ‘Kol kırılır, yen içinde kalır’ lafının en fazla geçerli olduğu alanlardan biri, devletin içidir. Devletin saygınlığına halel getirmemek ilkesi de bunun örtüsüdür.
Ayrıca bu ‘sorumlu devlet adamı’ geleneği, bu tür yasadışı girişimlere devletin her zaman ihtiyacı olduğunu kabul eder. Kutlu Savaş ünlü raporunda, Abdullah Çatlı ve ekibine yaptırılan operasyonların meşruiyetini sorgulamaz. Tersine bu tür yurtiçi ve yurtdışı operasyonlara bütün devletlerin başvurduğu, bunun devlet olmanın bir gereği olduğu özenle hatırlatır.
Yasadışı ama devlet içi eylemlerde aşırıya kaçanlarla denetim dışına çıkanların tasfiye edilmesi, çok fazla gürültü koparılmadan cezalandırılmaları ve en uygunu, sessizce yok edilmeleri bu kutsal devlet geleneğinin kadim bir kuralıdır.
Devlet zümresi her şeyi biliyor
Bu açıdan ele alındığında, Ergenekon iddianamesi ekinde yer alan onbinlerce sayfalık belge, içlerinde dezenformasyon amaçlı hazırlanmış olanları dahil olmak üzere, bu devlet zümresinin aslında birçok şeyi gayet iyi bildiğini göstermesi açısından Türkiye siyasal tarihinde bir ilki oluşturuyor. Sadece Veli Küçük ve etrafındaki oluşumla ilgili bilgilerin değil, örneğin 18 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Ergenekon iddianamesi eklerinde yeralan çok daha sıradan bir jandarma bilgi notu, bir ayağı devlette olan çok geniş bir menfaat şebekesinin boyutlarını ve çalışma biçimini tüm çıplaklığıyla aydınlatıyor. İmar izni değişikliklerine dayalı arsa spekülasyonu ve kamu mülkü paylaşımında, sivil ve asker yöneticilerin bir kısmının nasıl yakın işbirliği içinde bulunduklarını ibretle okuyoruz. Daha önemlisi, bu durumun devlet içinde gayet iyi bilindiğini, izlendiğini ama hakkında herhangi bir işlem yapılmadığını görüyoruz.
Ergenekon iddianamesi, asıl amacı belki bu olmamakla birlikte, devlet adına yapılan bir dizi karanlık eylemin yanında veya onun yamacında bir dizi kirli ilişkinin de kutsal devlet zırhı arkasında nasıl işlediğini gösteriyor. Gösterirken, bunun o kadar da gizli kapaklı olmadığını, toplumun bunları bilmemesine rağmen, devletin sorumlu mevkilerini işgal edenlerin bunları pek iyi bildiklerini ortaya koyuyor. Türkiye’nin resmi ‘omerta’ geleneğini tüm çıplaklığıyla görmemizi sağlıyor.
Bu yerli ‘omerta’, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan beri yürürlükte. Bu kuralı paylaşmayan siyasetçiler, devlet görevlileri hatta yurttaşlar, kutsal devlet gözünde makbul siyasetçi, makbul memur ve elbette makbul yurttaş olamazlar. Türkiye’de devletin makbul kabul etmediğinin hayatta kalma ihtimali az olduğu için, bilme ama susma geleneği bu derece yaygın ve etkili biçimde yürümeye devam eder.
Ergenekon iddianamesi ve bunu izlemesi beklenen ikinci davanın suçluların gerçekten cezalandırılmasıyla bitip bitmeyeceğini bilmiyoruz. Ama bu davalar vesilesiyle kamuoyunun bilgisine ve ilgisine sunulan belge yığınının, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi ve olağanlaşması mücadelesini vermeye devam edecekler açısından son derece önemli bir malzeme oluşturduğunu görebiliyoruz. Sadece mahkemelere bırakılmayacak kadar siyasal olan, tam da bu nedenle sadece iktidar partisine de teslim edilmesi sakıncalı olan, Türkiye’de özgürlük, eşitlik ve dayanışma mücadelesini yürütecek olan demokrat hareketlerin sahiplenmesiyle, takipçisi olmasıyla, demokratik bir dönüşümün taşıyıcısı olabilecek bir potansiyel sunuyor Ergenekon iddianamesi. Bu potansiyelin heba edilmeyeceğini ümit ediyoruz. Aksi takdirde gelecek kuşaklar Türkiye sollarını da bu kadim yerli ‘omerta’yı içselleştirmiş olmakla suçlamaya kalktıklarında buna ne yanıt verebiliriz ki?
0 commentaires:
Post a Comment