"Yol Arkadaşım"ın Egeli Amazonlar
Son zamanların en şenlikli, curcunalı, tuzu-şekeri en iyi ayarlanmış dizisi "Yol Arkadaşım". Küçük bir Ege kasabasındaki konağın babaanne, yenge, gelin ve sütanneden müteşekkil kadın kadrosuna, köklerine dönen Ayla"nın da dahil olmasıyla başlayan cümbüş, izleyene o evde olma isteği aşılıyor. Evin, oyunculuklarıyla içimize işleyen beş "çatlak" kadınıyla Ayvalık/Cunda"da buluştuk
Çocukluğundan
beri bir nevi ayrıkotu olarak var olduğu kasabadaki yaşamını,
İstanbul’da sıfırdan ve tek başına yeni bir yaşam kurmak üzere geride
bırakan 15 yaşındaki kızın, yıllar sonraki mutlu halleriyle başlıyor
hikâyemiz. Anne-babasını erken kaybetmiş Ayla’yla (Özge Özberk)
tanıştığımızda o mutlu çekirdek ailesini kurmuş bir iş kadınıdır.
Ayaklarının yere sandığı kadar sağlam basmadığını, eşi Sertaç’ın (Sinan
Tuzcu), burnunun dibinde bir başka yaşam sürdüğünü öğrenince anlar.
Gerisin geri gitmenin vakti gelmiştir. Pılısını pırtısını toplayıp kızı
Eylül’ü yoluna arkadaş yaparak taşrasına döner. İzleyici de son
zamanların en neşeli, en curcunalı büyük aile evinde bulur kendini.
İsimsiz bir Ege kasabasında, eski bir konakta, üç kuşak bir arada yaşayan Elmastaş ailesine bakınca, Çağan Irmak’ın artık pek aşina olduğumuz Ege masallarından biriyle karşılaşıyoruz. Ancak bu sefer altı kalınca çizilmiş bir farkla; ‘Yol Arkadaşım’ itinayla hazırlanmış bir kadın öyküsü.
Ayla ve kızı Eylül’le (Melis Mutluç) birlikte; köşkün daha önce babaanne Bahriye (Tanju Tuncel), yenge Hamiyet (Ayşe Tunaboylu), gelin Rukiye (Goncagül Sunar), sütanne Hafize (Ayşe Nil Şamlıoğlu) ve torun Asya’dan (Nevra Argın) oluşan kadın nüfusu yediye yükseliyor. Dik başlı, kararlı Ayla’nın, ilişkisinin sorunlu olduğu amca Rıza’yı bile dize getirmeye başlaması, ailenin zeytinyağı fabrikasında kolları sıvayıp marjinal yeniliklere girişmesi, eşinden ayrılıp kızıyla yeniden ayakta durma çabası bir yana; evin diğer kadınları da, kendi ifadeleriyle hafif çatlak, biraz deli, eline düştün mü kurtulması zor kadınlar! Üstelik Ayla’nın eve gelişiyle sorunlarla yüzleşmeye, birikmiş enerjilerini çıkarmaya, kendilerini keşfetmeye, eşleriyle/çocuklarıyla başka türlü ilişkiler geliştirmeye başlıyorlar...
Geçen sezon altı bölüm yayımlanarak araya yaz tatili alan, senaryosu Çağan Irmak’a, yönetmenliği Irmak Çığ’a, proje tasarımı Tomris Giritlioğlu’na ait dizi, geçtiğimiz hafta itibarıyla pazartesi geceleri yeniden Kanal D’de. Eski Rum evlerinin bitişik nizam sıralandığı, taş döşeli, hafif yokuşlu Cunda sokaklarından birinde, vaktiyle bir Rum papazın ikamet ettiği dört katlı evin ön avlusunda, ailenin beş ‘çatlak’ kadını Tanju Tuncel, Ayşe Tunaboylu, Ayşe Nil Şamlıoğlu, Goncagül Sunar ve Özge Özberk’le randevumuz var...
Karşımızda tam anlamıyla bir kadın hikâyesi var. Çağan Irmak’tan Ege’yi, Ege kadınlarını izlemeye alışmıştık artık. Siz kendi karakterlerinizin çizgilerini nasıl çektiniz? Tanju Tuncel: Okuduğum zaman gördüm ki tamamen kadın problemleri ön plana çıkıyor. Kendime göre bir ön çalışma yaptım, sonra da Çağan Irmak’la konuştum. Ve her bölümde de soruyorum, ‘Aman bir fazla tarafım var mı, eksik tarafım var mı?’ diye. Şimdi burada, evde hepsini koruyan ana benim, en çok da torunum (Ayla’yı işaret ediyor) bana benzediği için onu koruyorum. Hepsini ayrı ayrı seviyorum ama onları kendimden biraz daha uzak görüyorum. En yakın ya da kendimce en akıllı onu gördüğüm için torunum Ayla’nın üzerine çok düşüyorum. Ayşe Tunaboylu: Hamiyet, büyük babaannenin büyük gelini, Rıza Bey’in eşi. Oğullarım, torunlarım var. Konakta büyümüş kızımız Ayla dönüş yaptığında, Hamiyet’in duruşunu düşündüm. Birinci, ikinci bölümlerde sanki karşıymış gibi bir durum vardı fakat daha sonra Hamiyet’i çok tarafsız bulmaya başladım. Senaryo da bana bunu getirdi yorum olarak. Elimizde büyümüş kızımızı seviyorum aslında yengesi olarak, onu hissettim. Evin babası Rıza, biraz negatif bir karakter. Hamiyet’i iki arada bir derede kalmış biri olarak düşünüyorum. Aslında Ege kadını güçlüdür. Ataerkil bir toplum değil Ege halkı, benim algıladığım. Okuduklarımdan edindiklerim bu. Evin erkeği Rıza, baskın görünmesine karşın hâlâ büyük babaanneden söz alıyor. Yani aslında anaerkil bir toplum var ve kadın kahramanlar çok etkin. Çünkü Ege kadını çalışkan. Hem sıcak, çok sevecen, hem anaç hem de bir sürü işi kotarabilecek bir yapıya sahip. İç ritmi her zaman çok yüksekte. Biz de o sevecenlikle ritimli bir şey yakaladık. Birbirimizi de çok seviyoruz. Bunu yakalamış olmak kendi adıma çok mutluluk verici bir şey, iş çok iyi çıkmış oluyor. Gerçekten oğullarıma oğlum gibi davranıyorum. Kaynana olarak gelinime dır dır vır vır yaparken buluyorum kendimi. Tanju Tuncel: Bana kimse ismimle hitap etmiyor mesela. Babaanne! Teknik ekip olsun, diğer arkadaşlarımız olsun sette herkes ‘Babaanne’ diye hitap ediyor. Goncagül Sunar: Giderek muhafazakârlaşan bir ülkede, aslında gerçekten aykırı duran bir iş bu. Ataerkil televizyon sisteminde feminist bir tavrı var. Böyle bakıyorum ben. Bunlar da geleneksel ama kendi içlerinde özgür ve çılgın kadınlar. Bu da diziyi etkileyici ve daha gerçekçi kılıyor.
Evet, bu kadınların içinde bir feminist damar varmış sanki. Ayla da gelince iyice su yüzüne çıkan bir şey... Özge Özberk: Bunu bire bir yaşadım ben. Bir abi geldi sete, o sırada da Kaya Akkaya (Soner) elinde kamerayla set arkası görüntüleri filan çekiyor. Geldi, “Ben bu diziden çok şikâyetçiyim, Çağan Irmak’a da bunu söyleyin!” dedi. Hepimiz çok şaşırdık, bir yandan da dinliyoruz, ne olabilir diye. Efendim, karısı artık çalışmak istiyormuş, ayakları üstünde durmak istiyormuş. “Ama Çağan Irmak bunu biraz yavaşlatsın. Evin işlerini ben görüyorum. Biraz yavaşlatın. Bu feminiz mi, fenimiz mi, biraz fazla işledi bizim hanıma. Vallahi dayak yiycez, yakında kapının önüne koyacak bizi” diyor. Aslında kadınları birazcık dürttük biz. Kendi başlarına da bir iş başarabileceklerinin Ayla en güzel örneği. Çok kötü anılarla ayrılmış olmasına rağmen, doğduğu büyüdüğü yere gelip, burada ayakları üstünde durup bir şeyler başardı. Tek başına yaptı bunu. Dolayısıyla birazcık örnek olduk. Erkeklerden özür diliyoruz, ama onlar da gardlarını alsınlar! Eşitlik her şekilde burada, bu konakta fazlasıyla var. Goncagül Sunar: Çok renkli ve eğlenceli, çılgın kadınlar baktığınızda. Radikal kadınlar! Düşünsenize, bir Ege kasabasında, bir konağın içinde hepsi kendi başına hafif çatlak ama çok eğlenceli tipler. Benim Rukiye de aslında baktığında cahil, kıskanç, hırslı, ilginin çok fazla kendi üzerinde olmasını isteyen ama aslında algıları çok açık, hayattan çok fazla beklentileri olan, hayata dönük bir kadın. Dolayısıyla bu kadınlar için bir prototip. Çağdaş kadın ve mükemmel kadın karakteri var. Buna alternatif olarak da böyle bir kadın var, Rukiye karakteri. Özge Özberk: Aslında Ayla’da olan her şey Rukiye’de de var. Ama bir türlü çıkaramamış. Hep böyle eve bağlı, çocuklarıyla, hayatın koşturmacası içinde kalmış ama muhakkak ki içindekileri çıkaracak bir zaman kolluyor.
Ayla’nın da kökleriyle bir bağ kalmış ki içinde, dönebiliyor. İçindeki Egeliliği mi keşfediyor da dönmeyi tercih ediyor? Özge Özberk: Tabii ki de doğup büyüdüğün yer, her zaman yakın olduğun yer. Hiçbir yerde o kokuyu, o tadı aynı şekilde alamazsın. İstanbul’da çok büyük darbeler alıp, ne yapacağını şaşırıp baba ocağına dönüyor. Tek dayanağı da babaannesi. Herkesle bir problem yaşamış. Ayla buraya bütünüyle bir problem olarak dönüyor. Babaanne ve sütanne haricinde herkes böyle düşünüyor, fırsat kolluyor. ‘Bize mi sığındı, başka gidecek yeri yok mu? Problem eşittir Ayla’ şeklinde düşünüyorlar. Ama dediğiniz gibi Ege kanı bu eve işlemiş. Ayla’da da zaten vardı. Aslında kadınlar bir yerde Ayla’ya destek oldular. Çok beklemediği bir şeydi bu. Ayakları üzerinde durmasına erkekler bile destek verdi. Rıza’nın oğulları da bir var oluş, arayış çabasındalardı. İlker en silik, en sönük, karakteri oturmamış, ne yapacağını bilmeyen, babasının yanında şemsiye gibi taşınan biriydi. O bile Ayla’dan feyz alarak birey olmaya başladı.
Ayla’nın sütannesi, evi çekip çeviren Hafize de bahsedilen tüm o baskın kadın rollerine sahip... Ayşe Nil Şamlıoğlu: Hani hep İtalyan ailesi diye bir kavram vardır. Kendimizi ülke ya da insan olarak var etme biçimimiz, İtalyanlardan biraz daha geride kaldığından olsa gerek. Eğer tam tersi olsaydı, Ege ailesi kavramı dünyada yerini alabilirdi diye düşünüyorum. Ege çanağından, Yunanistan’dan, eski İyonya topraklarından filan bahsediyoruz. Ana tanrıçanın var olduğu yerdir Ege. İmparatorluğun Hıristiyanlığı benimsemesinden sonra, din ana tanrıça kültüründen çıkarılmak istendiğinde, Ege’de şu anda Meryem Ana’nın evi dediğimiz alan olan Demeter tapınağında insanlar, ‘Biz katiyen bu değişimi kabul etmeyiz’ demişler. ‘Tapınaklardaki törenlerden büyük para kazanıyoruz’ filan diye uzun süre ayak diremişler. Ege yöresindekiler en son Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir, ana tanrıça tapınımını tercih etmişlerdir. Sonunda onları ikna edebilmek için, ‘Bakın ama burada da tapınabileceğiniz, Demeter’in yerine koyabileceğiniz bir Meryem Ana var’ demişlerdir. Ana tanrıçanın topraklarındaki kadınlar bunlar. Kanlarında tanrıça kanını taşımakta olanlar kolay kolay düzene, hele hele aterkil düzene onay vermezler. Çünkü onlar anaerkil düzeni zorla, cebren ve hileyle ataerkil düzene teslim etmişlerdir. Geri almak istiyorlar kendi düzenlerini. O yüzden de dişli kadınlardır. Bunlar bayağı bildiğin tanrıçalar, Demeter de, Kibele de... Kaldı ki dizideki zeytinyağı şişesi de, zeytinyağları da Kibele olarak geçiyor. Gerçekten ana tanrıça tapınımını geri getirmek isteyen Amazonlar burada duruyorlar. Bu Amazonlardan yana olan ender erkek türleri vardır. Çağan Irmak da bu ender, nesli tükenmiş olanlar içinde durduğundan, iş şahane bir şekilde çıktı.
Aranızda Egeli olan, buraları yakından tanıyan var mı? Tanju Tuncel: İzmir’de yaşadım ben senelerce. İlkokulu Balıkesir’de bitirdim, ortaokulu Akhisar’da. Büyüklerim de Girit’ten gelme, ilk gelenlerden. Ben mesela Çağan’ın annesine benziyormuşum. Çok da tanımak isterim. Ayşe Tunaboylu: Bana da “Teyzeme çok benziyorsun. Hamiyet benim teyzem” diyor.
Evde iki de küçük kız var, Asya ile Eylül. Bu bol kadınlı evden nasıl etkilenirdi, nasıl yetişirlerdi bu gerçek bir aile olsaydı? Ayşe Nil Şamlıoğlu: Ay basbayağı gitti işte, isyan bayrağı çekti Asya. Ayla’dan destek alıp da folklor kursuna yazıldı. Az önce çektiğimiz bir sahne vardı. Hocası “Şıkır şıkır oynuyor” diyor. Fena halde sinirlenmiş olan annesi Rukiye de “Sen dansöz mü olacaksın?” diyor. Ama neticede çocuk başkaldırdı yani. O da Ayla’yı örnek alıyor.
Çocukluğu benzer ortamda geçen var mı? Goncagül Sunar: Annemler beş kız kardeşler, o kadar fazla kadın var ki. Erkekler çok siliktir. Çok yüksek sesle konuşurlar kadınlar, inanılmaz dominantlardır. Annemler Selanik göçmeni, Trakya, Şarköylü. Ben onları çok seviyorum ve Çağan’ın bana yazdığı bütün kadın tiplemelerinde onlardan feyz alıyorum. Bazı hallerim anneme çok benziyor mesela. Ayşe Nil Şamlıoğlu: Biz Çerkez ve Abaza karışımı bir ailedeniz. Zaten Abazalara deli derler, Çerkezler de az deli değildirler. Fena halde anaerkildirler. Annelerin sözü geçer, tam anlamıyla ‘valide sultan’dırlar. Diğerlerinde kadınlar tarlada çalışıp erkekler tavla atarken, bir tek bunların köylerde erkekler tarladadır, kadınlar sohbettedir. O yüzden de ‘Sizin kadınlarınız da pek tembel’ filan diye bunlara laf atılır. Çok dominanttır kadınlar ve ben de tamamen kadınların olduğu bir ortamda büyüdüm. Çok iyi at binen, çok iyi silah kullanan kadınlardır. Bana da ilk silah eğitimi verilmeye başlandığında o kadar küçüktüm ki, tetiği çektiğimde sırt üstü düşüp kıçımın üstüne oturdum, büyükler gülmekten yerlere yapıştı. Bayağı Amazonlardır yani onlar da. Bir de çeneleri çok düşüktür, bende de olduğu gibi; hani çenesiyle bayıltır! Sıkıysa sen o kadına bir laf söyle de, hani bir hakkını hukukunu ye. Böyle gerdanlarını kıra kıra nalına mıhına bir başlarlar, ‘Haklısın’ diye her şeyi kabul edersin, ‘Yeter ki susturayım’!
Hikâye pek çok açıdan ‘Babam ve Oğlum’u andırıyor. Geçmişinde ailesiyle sorunlu bir ilişki bırakıp yıllar sonra çocuğuyla, büyük şehirden taşrasına dönen genç bir kadın; derinlerde ciddi sorunlar biriktirmiş ama neşeli bir aile; pürtelaş, güçlü kadınlar; sert mizaçlı bir baba ve yine Ayvalık... Özge Özberk: Yer itibarıyla evet... Doğrudur, bir Ege, bir konak hikâyesi olduğu için bazı örtüşmeler var. Sonuçta aynı kalemden çıkmış bir hikâye. Ama burada hikâye bir kadının çocuğuyla var olma çabası, bir konağın kadınlarının ayakta durması gibi başlıklar altında işleniyor. Çok fazla karşılaştırma yapmak yanlış olur. Ayşe Nil Şamlıoğlu: Yaşamda Ayla’ya yol arkadaşlığı yapacak kişinin bir erkek değil de küçücük, kendisine benzeyen bir kız çocuğu olması beni çok fena etkilemişti.
Ayşe Tunaboylu: Çağan Irmak’ın üslubunda bu var. Genel olarak, komediyle o duygu geçişlerini iç içe kılarak seyirciyi can evinden vuruyor. Bu anlamda çok sıcak bir öykü izliyoruz. Bence üslup olarak bir benzerlik var. Sekizinci bölümde bir plaj sahnemiz var. Orada öyle bir müzik oturttu ki, sahnede o komediyi izlerken, alttaki müzikle başka bir duygu geçişi var. Dublaj sırasında montajı izlediğimde, ‘Budur’ dedim. O iç içe geçmeler insanları bir yandan burkarken, bir yandan güldürüyor. Çok yaşayan bir şey.
İkiniz daha önce yine bir Çağan Irmak projesi olan ‘Çemberimde Gül Oya’da aynı evin kadınları olarak yan yanaydınız... Özge Özberk: Goncagül’ün ismini duyunca havalara uçtum zaten. Önceden de tanışıklığımız vardı. Goncagül Sunar: Ben de çok mutlu oldum. Özellikle ikili sahnemiz olunca, tadından yenmiyor. Herkesi hayranlıkla seyrediyorum. Özge Özberk: Dublaj sonrası geliyoruz zaten birbirimize, ‘Çok güzel oldu!’ filan yapıyoruz. Sahne sonrası ağlayıp ‘Sen ne yapmışsın!’ filan diyoruz.
Ayşe Nil Şamlıoğlu: Okurken ağlıyoruz canım metni, okurken daha...
ÖZGE ÖZBERK
‘Buralara yabancı değilim’ ‘Babam ve Oğlum’un Birgül’ü olarak da daha önce bu civarda bulundunuz. Birgül’den beslendi mi Ayla?
Evet, burası mekân olarak çok yabancı olmadığım bir yer. Ayvalık insanı çok uzak değil bana. Ekip olarak çok bütünlük içindeyiz. ‘Bir an evvel İstanbul’a gidelim’ diyoruz ama bir an evvel de buraya gelme, hep beraber olma çabası içindeyiz. Onun dışında karakterleri çok çok seviyorum. Birgül’ü de çok seviyordum, ufacık bir rolü vardı ama o kadar dokunaklıydı ki...
Birbirinden farklı sinema filmlerinde, dizilerde sürekli zorluklarla mücadele eden kadın olarak izliyoruz sizi... ‘Yol Arkadaşım’ın Ayla’sı da aynı çizgide...
Özellikle seçtiğim bir şey değil. Bilmiyorum, bana yakıştırmalarından kaynaklanıyor belki de. Spesifik bir cevabım yok buna ama belki karakterleri çok sevdiğim için bir
sonraki projeyi etkiliyor.
Gerçek yaşamdaki hallerinizle benzeşiyor mu peki bu kararlılık, mücadeleci ruh, sıfırdan başlayabilme azmi?
Zaman zaman. Her şeye sıfırdan başlıyor Ayla, evet, gerçek hayatta da bir kapıyı kapayıp yeni kapılara umutla bakabilirim.
GONCAGÜL SUNAR
‘Akustik alternatif indie’yim’ Rukiye, aslında kim?
Anne tarafım çok kalabalık ve dominant kadınlar ya, hep onlardan feyz alıyorum. Sanki Çağan da bunu bilerek yapıyormuş gibi. ‘Çemberimde Gül Oya’da da öyleydi, daha önceki karakterlerde de. Hep böyle iç enerjisi yüksek tipler canlandırdım. ‘Artık biraz şehirli, sıradan, daha içe dönük şeyler oynamak istiyorum’ diyorum kendi kendime. Bir de Rukiye’nin kocasıyla arasındaki ilişkide de bir değişiklik oluyor. Daha doğrusu kocası, Rukiye’nin içindeki potansiyeli, Ayla’nın dönüşüyle belki de yeni fark ediyor. Yeniden âşık oluyor Rukiye’ye.
Sizi Çağan Irmak’ın yeni filminde de göreceğimizi duyduk...
Evet, ‘Issız Adam’da konuk oyuncuyum. Çok minik bir rolüm var, göz açıp kapayana kadar. Ama tatlı, şeker, insanı gülümsetecek bir an olacak. Bir şehir kadınının bir kız çocuğuyla ilişkisini ufacık bir karede görebiliyorsun.
Bir de duyunca şaşırdığımız, henüz pek bilinmeyen müzik çalışmalarınız varmış. Nereden geliyor müzik bağı, neler dinleyeceğiz sizden?
Eski bir hikâye aslında. 2002’de gitarla tanıştım. Çalmaya, söylemeye başladım. Şarkıların devamı geldikçe geldi. Bir süre ders aldım. Öğrendiğim akortlarla şarkılar yapmaya başladım. Kendi şarkılarımı çalıp söyleyebiliyorum, söz yazabiliyorum. Çok fazla söz var içimde. 15 şarkım var. Beraber çalıştığım müzisyen arkadaşlarım var, onlarla zamanlamamızın uyması gerekiyor. Tarzı için, kendi müziğim diyebilirim. Bir yandan etkilendiğim akımlar ve kadın vokaller de var. Kendimi ‘akustik alternatif indie’ olarak tanımlıyorum. Biraz folk gibi de diyebiliriz ama Anadolu rock filan değil. Damien Rice’lar, David Gray’ler, İngiliz, İrlandalı müzisyenler vardır ya... Klasik, herkesin beğendiği müzisyenler vardır; PJ Harvey’ler, eskilerden Janis Joplin filan. Hepsinden çok etkilendim ve kendi sezgilerimle, şarkılarımı oluşturmaya çalıştım. İyi de oldu galiba. Şarkıların içinden çok fazla yaylılar geçiyor mesela. Biraz zaman alacak bir şey. Yarım yamalak yapmak istemiyorum.
AYŞE TUNABOYLU
‘Baskılanmış bir kadın ama değişiyor...’
“Hamiyet karakteri çok baskılanmış kocası tarafından bu yıllara kadar. Yine Ayla’nın dönüşüyle birlikte, kocasına karşı çıkışlara başlıyor. Kayınvalidesinden yani büyük babaanneden de alıyor bu feyzi. Hakikaten bir kadın işbirliği var. Hamiyet bile yükseltti kendi durumunu. Kendi içinde bir değişime uğruyor. Benim izlediğim çizgi o şimdilik. Çocuklar da baskılıydı. Hamiyet, babayla aradaki problemi dengelemeye çalışıyor. Arada kalmışlığı, sıkışmışlığı o da yaşıyor. Bir yandan Soner’i koruyor babaya karşı. Ama baba da değişecek, umuyorum. Ayla ona da etki edecek.”
TANJU TUNCEL
‘Tam Cunda değil ama bir Ege öyküsü...’
“Cundalılar diziyi çok benimsedi, seviyorlar. En büyük eleştirileri, ‘Biz bu şiveyle konuşmuyoruz ki’ oluyor. Aslında genel olarak Ege kadını, Egelilerden bahsediyoruz burada. Özellikle Cunda ya da Ayvalık diye adını koymadık. Ki burada daha çok Rumcaya yakın bir ağız var. Benim ailem de Girit kökenli, oradan biliyorum. Ama ‘Yol Arkadaşım’da tam olarak yer belirtmeden bir Ege öyküsü anlatıyoruz.”
AYŞE NİL ŞAMLIOĞLU
‘Hafize ailemden ilham alan bir halk feylesofu’ Hafize’nin bir esin kaynağı var mı?
Tabii, kendi ailemden... Olmaz olur mu! Ailedeki bir kadın da değil, birkaç kadını birbirine karıştırdım. Babaannem, rahmetli... Babateyze derdim, babaannemin ablası ve anne tarafımdan büyük halalardan bir tanesi. Onların üçünü birbirine karıştırıp... Bir de hamdolsun ben de az değilimdir. Kendilerini görüyorlar izlerken. Hatta bazı yürüyüşlerimi ve duruşlarımı, ‘Aynen babaannesi gibi yapıyor’ diyorlar. Hafize kendince bir halk feylesofu. Bir rahatlık, bir gevreklik... Hatta bir bölümünde, çocuk kaybolduydu da, o vaveyla anında, tabii ister istemez oyuncu olarak kendinizi kaptırıyorsunuz. Ben de hicranla ağladıydım, kızımın haline, sütannesi olarak. Ay ben bir azar işiteyim, ‘Sen niye ağlıyorsun?’ diye. Çünkü evet, haklı... O, anne olarak paniğe kapılıp o anda ağlayabilir ama bunlar cengâver kadınlar. Paniğe kapılıp da niye ağlasın ya da niye böyle bir zayıflık göstersin canım? Tam tersine ayakta dimdik durmaları lazım. Fırça yedim yani!
Yönetmenliğini yapıp sahneye koyduğunuz ya da oynadığınız oyunlarda grotesk, göstermeci bir tiyatro anlayışınız var. Hafize’nin seyirciyi alıp götüren abartılı hareketlerinde bu tercihin de etkisi var sanırım...
Var, var tabii... Ama bir yandan çok fazla bire bir benim tercihimle olan bir şey de değil. Çünkü Çağan, parantezlerin içinde vallahi kırbacını şaklatır gibi öyle bir söylüyor ki ne yapmamız gerektiğini. Bakın orada karşıda yönetmenlerden bir tanesi duruyor, onlar da vallahi tepemizdeler. Şahane bir şekilde... Son derece titiz yönlendiriyorlar.
İsimsiz bir Ege kasabasında, eski bir konakta, üç kuşak bir arada yaşayan Elmastaş ailesine bakınca, Çağan Irmak’ın artık pek aşina olduğumuz Ege masallarından biriyle karşılaşıyoruz. Ancak bu sefer altı kalınca çizilmiş bir farkla; ‘Yol Arkadaşım’ itinayla hazırlanmış bir kadın öyküsü.
Ayla ve kızı Eylül’le (Melis Mutluç) birlikte; köşkün daha önce babaanne Bahriye (Tanju Tuncel), yenge Hamiyet (Ayşe Tunaboylu), gelin Rukiye (Goncagül Sunar), sütanne Hafize (Ayşe Nil Şamlıoğlu) ve torun Asya’dan (Nevra Argın) oluşan kadın nüfusu yediye yükseliyor. Dik başlı, kararlı Ayla’nın, ilişkisinin sorunlu olduğu amca Rıza’yı bile dize getirmeye başlaması, ailenin zeytinyağı fabrikasında kolları sıvayıp marjinal yeniliklere girişmesi, eşinden ayrılıp kızıyla yeniden ayakta durma çabası bir yana; evin diğer kadınları da, kendi ifadeleriyle hafif çatlak, biraz deli, eline düştün mü kurtulması zor kadınlar! Üstelik Ayla’nın eve gelişiyle sorunlarla yüzleşmeye, birikmiş enerjilerini çıkarmaya, kendilerini keşfetmeye, eşleriyle/çocuklarıyla başka türlü ilişkiler geliştirmeye başlıyorlar...
Geçen sezon altı bölüm yayımlanarak araya yaz tatili alan, senaryosu Çağan Irmak’a, yönetmenliği Irmak Çığ’a, proje tasarımı Tomris Giritlioğlu’na ait dizi, geçtiğimiz hafta itibarıyla pazartesi geceleri yeniden Kanal D’de. Eski Rum evlerinin bitişik nizam sıralandığı, taş döşeli, hafif yokuşlu Cunda sokaklarından birinde, vaktiyle bir Rum papazın ikamet ettiği dört katlı evin ön avlusunda, ailenin beş ‘çatlak’ kadını Tanju Tuncel, Ayşe Tunaboylu, Ayşe Nil Şamlıoğlu, Goncagül Sunar ve Özge Özberk’le randevumuz var...
Karşımızda tam anlamıyla bir kadın hikâyesi var. Çağan Irmak’tan Ege’yi, Ege kadınlarını izlemeye alışmıştık artık. Siz kendi karakterlerinizin çizgilerini nasıl çektiniz? Tanju Tuncel: Okuduğum zaman gördüm ki tamamen kadın problemleri ön plana çıkıyor. Kendime göre bir ön çalışma yaptım, sonra da Çağan Irmak’la konuştum. Ve her bölümde de soruyorum, ‘Aman bir fazla tarafım var mı, eksik tarafım var mı?’ diye. Şimdi burada, evde hepsini koruyan ana benim, en çok da torunum (Ayla’yı işaret ediyor) bana benzediği için onu koruyorum. Hepsini ayrı ayrı seviyorum ama onları kendimden biraz daha uzak görüyorum. En yakın ya da kendimce en akıllı onu gördüğüm için torunum Ayla’nın üzerine çok düşüyorum. Ayşe Tunaboylu: Hamiyet, büyük babaannenin büyük gelini, Rıza Bey’in eşi. Oğullarım, torunlarım var. Konakta büyümüş kızımız Ayla dönüş yaptığında, Hamiyet’in duruşunu düşündüm. Birinci, ikinci bölümlerde sanki karşıymış gibi bir durum vardı fakat daha sonra Hamiyet’i çok tarafsız bulmaya başladım. Senaryo da bana bunu getirdi yorum olarak. Elimizde büyümüş kızımızı seviyorum aslında yengesi olarak, onu hissettim. Evin babası Rıza, biraz negatif bir karakter. Hamiyet’i iki arada bir derede kalmış biri olarak düşünüyorum. Aslında Ege kadını güçlüdür. Ataerkil bir toplum değil Ege halkı, benim algıladığım. Okuduklarımdan edindiklerim bu. Evin erkeği Rıza, baskın görünmesine karşın hâlâ büyük babaanneden söz alıyor. Yani aslında anaerkil bir toplum var ve kadın kahramanlar çok etkin. Çünkü Ege kadını çalışkan. Hem sıcak, çok sevecen, hem anaç hem de bir sürü işi kotarabilecek bir yapıya sahip. İç ritmi her zaman çok yüksekte. Biz de o sevecenlikle ritimli bir şey yakaladık. Birbirimizi de çok seviyoruz. Bunu yakalamış olmak kendi adıma çok mutluluk verici bir şey, iş çok iyi çıkmış oluyor. Gerçekten oğullarıma oğlum gibi davranıyorum. Kaynana olarak gelinime dır dır vır vır yaparken buluyorum kendimi. Tanju Tuncel: Bana kimse ismimle hitap etmiyor mesela. Babaanne! Teknik ekip olsun, diğer arkadaşlarımız olsun sette herkes ‘Babaanne’ diye hitap ediyor. Goncagül Sunar: Giderek muhafazakârlaşan bir ülkede, aslında gerçekten aykırı duran bir iş bu. Ataerkil televizyon sisteminde feminist bir tavrı var. Böyle bakıyorum ben. Bunlar da geleneksel ama kendi içlerinde özgür ve çılgın kadınlar. Bu da diziyi etkileyici ve daha gerçekçi kılıyor.
Evet, bu kadınların içinde bir feminist damar varmış sanki. Ayla da gelince iyice su yüzüne çıkan bir şey... Özge Özberk: Bunu bire bir yaşadım ben. Bir abi geldi sete, o sırada da Kaya Akkaya (Soner) elinde kamerayla set arkası görüntüleri filan çekiyor. Geldi, “Ben bu diziden çok şikâyetçiyim, Çağan Irmak’a da bunu söyleyin!” dedi. Hepimiz çok şaşırdık, bir yandan da dinliyoruz, ne olabilir diye. Efendim, karısı artık çalışmak istiyormuş, ayakları üstünde durmak istiyormuş. “Ama Çağan Irmak bunu biraz yavaşlatsın. Evin işlerini ben görüyorum. Biraz yavaşlatın. Bu feminiz mi, fenimiz mi, biraz fazla işledi bizim hanıma. Vallahi dayak yiycez, yakında kapının önüne koyacak bizi” diyor. Aslında kadınları birazcık dürttük biz. Kendi başlarına da bir iş başarabileceklerinin Ayla en güzel örneği. Çok kötü anılarla ayrılmış olmasına rağmen, doğduğu büyüdüğü yere gelip, burada ayakları üstünde durup bir şeyler başardı. Tek başına yaptı bunu. Dolayısıyla birazcık örnek olduk. Erkeklerden özür diliyoruz, ama onlar da gardlarını alsınlar! Eşitlik her şekilde burada, bu konakta fazlasıyla var. Goncagül Sunar: Çok renkli ve eğlenceli, çılgın kadınlar baktığınızda. Radikal kadınlar! Düşünsenize, bir Ege kasabasında, bir konağın içinde hepsi kendi başına hafif çatlak ama çok eğlenceli tipler. Benim Rukiye de aslında baktığında cahil, kıskanç, hırslı, ilginin çok fazla kendi üzerinde olmasını isteyen ama aslında algıları çok açık, hayattan çok fazla beklentileri olan, hayata dönük bir kadın. Dolayısıyla bu kadınlar için bir prototip. Çağdaş kadın ve mükemmel kadın karakteri var. Buna alternatif olarak da böyle bir kadın var, Rukiye karakteri. Özge Özberk: Aslında Ayla’da olan her şey Rukiye’de de var. Ama bir türlü çıkaramamış. Hep böyle eve bağlı, çocuklarıyla, hayatın koşturmacası içinde kalmış ama muhakkak ki içindekileri çıkaracak bir zaman kolluyor.
Ayla’nın da kökleriyle bir bağ kalmış ki içinde, dönebiliyor. İçindeki Egeliliği mi keşfediyor da dönmeyi tercih ediyor? Özge Özberk: Tabii ki de doğup büyüdüğün yer, her zaman yakın olduğun yer. Hiçbir yerde o kokuyu, o tadı aynı şekilde alamazsın. İstanbul’da çok büyük darbeler alıp, ne yapacağını şaşırıp baba ocağına dönüyor. Tek dayanağı da babaannesi. Herkesle bir problem yaşamış. Ayla buraya bütünüyle bir problem olarak dönüyor. Babaanne ve sütanne haricinde herkes böyle düşünüyor, fırsat kolluyor. ‘Bize mi sığındı, başka gidecek yeri yok mu? Problem eşittir Ayla’ şeklinde düşünüyorlar. Ama dediğiniz gibi Ege kanı bu eve işlemiş. Ayla’da da zaten vardı. Aslında kadınlar bir yerde Ayla’ya destek oldular. Çok beklemediği bir şeydi bu. Ayakları üzerinde durmasına erkekler bile destek verdi. Rıza’nın oğulları da bir var oluş, arayış çabasındalardı. İlker en silik, en sönük, karakteri oturmamış, ne yapacağını bilmeyen, babasının yanında şemsiye gibi taşınan biriydi. O bile Ayla’dan feyz alarak birey olmaya başladı.
Ayla’nın sütannesi, evi çekip çeviren Hafize de bahsedilen tüm o baskın kadın rollerine sahip... Ayşe Nil Şamlıoğlu: Hani hep İtalyan ailesi diye bir kavram vardır. Kendimizi ülke ya da insan olarak var etme biçimimiz, İtalyanlardan biraz daha geride kaldığından olsa gerek. Eğer tam tersi olsaydı, Ege ailesi kavramı dünyada yerini alabilirdi diye düşünüyorum. Ege çanağından, Yunanistan’dan, eski İyonya topraklarından filan bahsediyoruz. Ana tanrıçanın var olduğu yerdir Ege. İmparatorluğun Hıristiyanlığı benimsemesinden sonra, din ana tanrıça kültüründen çıkarılmak istendiğinde, Ege’de şu anda Meryem Ana’nın evi dediğimiz alan olan Demeter tapınağında insanlar, ‘Biz katiyen bu değişimi kabul etmeyiz’ demişler. ‘Tapınaklardaki törenlerden büyük para kazanıyoruz’ filan diye uzun süre ayak diremişler. Ege yöresindekiler en son Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir, ana tanrıça tapınımını tercih etmişlerdir. Sonunda onları ikna edebilmek için, ‘Bakın ama burada da tapınabileceğiniz, Demeter’in yerine koyabileceğiniz bir Meryem Ana var’ demişlerdir. Ana tanrıçanın topraklarındaki kadınlar bunlar. Kanlarında tanrıça kanını taşımakta olanlar kolay kolay düzene, hele hele aterkil düzene onay vermezler. Çünkü onlar anaerkil düzeni zorla, cebren ve hileyle ataerkil düzene teslim etmişlerdir. Geri almak istiyorlar kendi düzenlerini. O yüzden de dişli kadınlardır. Bunlar bayağı bildiğin tanrıçalar, Demeter de, Kibele de... Kaldı ki dizideki zeytinyağı şişesi de, zeytinyağları da Kibele olarak geçiyor. Gerçekten ana tanrıça tapınımını geri getirmek isteyen Amazonlar burada duruyorlar. Bu Amazonlardan yana olan ender erkek türleri vardır. Çağan Irmak da bu ender, nesli tükenmiş olanlar içinde durduğundan, iş şahane bir şekilde çıktı.
Aranızda Egeli olan, buraları yakından tanıyan var mı? Tanju Tuncel: İzmir’de yaşadım ben senelerce. İlkokulu Balıkesir’de bitirdim, ortaokulu Akhisar’da. Büyüklerim de Girit’ten gelme, ilk gelenlerden. Ben mesela Çağan’ın annesine benziyormuşum. Çok da tanımak isterim. Ayşe Tunaboylu: Bana da “Teyzeme çok benziyorsun. Hamiyet benim teyzem” diyor.
Evde iki de küçük kız var, Asya ile Eylül. Bu bol kadınlı evden nasıl etkilenirdi, nasıl yetişirlerdi bu gerçek bir aile olsaydı? Ayşe Nil Şamlıoğlu: Ay basbayağı gitti işte, isyan bayrağı çekti Asya. Ayla’dan destek alıp da folklor kursuna yazıldı. Az önce çektiğimiz bir sahne vardı. Hocası “Şıkır şıkır oynuyor” diyor. Fena halde sinirlenmiş olan annesi Rukiye de “Sen dansöz mü olacaksın?” diyor. Ama neticede çocuk başkaldırdı yani. O da Ayla’yı örnek alıyor.
Çocukluğu benzer ortamda geçen var mı? Goncagül Sunar: Annemler beş kız kardeşler, o kadar fazla kadın var ki. Erkekler çok siliktir. Çok yüksek sesle konuşurlar kadınlar, inanılmaz dominantlardır. Annemler Selanik göçmeni, Trakya, Şarköylü. Ben onları çok seviyorum ve Çağan’ın bana yazdığı bütün kadın tiplemelerinde onlardan feyz alıyorum. Bazı hallerim anneme çok benziyor mesela. Ayşe Nil Şamlıoğlu: Biz Çerkez ve Abaza karışımı bir ailedeniz. Zaten Abazalara deli derler, Çerkezler de az deli değildirler. Fena halde anaerkildirler. Annelerin sözü geçer, tam anlamıyla ‘valide sultan’dırlar. Diğerlerinde kadınlar tarlada çalışıp erkekler tavla atarken, bir tek bunların köylerde erkekler tarladadır, kadınlar sohbettedir. O yüzden de ‘Sizin kadınlarınız da pek tembel’ filan diye bunlara laf atılır. Çok dominanttır kadınlar ve ben de tamamen kadınların olduğu bir ortamda büyüdüm. Çok iyi at binen, çok iyi silah kullanan kadınlardır. Bana da ilk silah eğitimi verilmeye başlandığında o kadar küçüktüm ki, tetiği çektiğimde sırt üstü düşüp kıçımın üstüne oturdum, büyükler gülmekten yerlere yapıştı. Bayağı Amazonlardır yani onlar da. Bir de çeneleri çok düşüktür, bende de olduğu gibi; hani çenesiyle bayıltır! Sıkıysa sen o kadına bir laf söyle de, hani bir hakkını hukukunu ye. Böyle gerdanlarını kıra kıra nalına mıhına bir başlarlar, ‘Haklısın’ diye her şeyi kabul edersin, ‘Yeter ki susturayım’!
Hikâye pek çok açıdan ‘Babam ve Oğlum’u andırıyor. Geçmişinde ailesiyle sorunlu bir ilişki bırakıp yıllar sonra çocuğuyla, büyük şehirden taşrasına dönen genç bir kadın; derinlerde ciddi sorunlar biriktirmiş ama neşeli bir aile; pürtelaş, güçlü kadınlar; sert mizaçlı bir baba ve yine Ayvalık... Özge Özberk: Yer itibarıyla evet... Doğrudur, bir Ege, bir konak hikâyesi olduğu için bazı örtüşmeler var. Sonuçta aynı kalemden çıkmış bir hikâye. Ama burada hikâye bir kadının çocuğuyla var olma çabası, bir konağın kadınlarının ayakta durması gibi başlıklar altında işleniyor. Çok fazla karşılaştırma yapmak yanlış olur. Ayşe Nil Şamlıoğlu: Yaşamda Ayla’ya yol arkadaşlığı yapacak kişinin bir erkek değil de küçücük, kendisine benzeyen bir kız çocuğu olması beni çok fena etkilemişti.
Ayşe Tunaboylu: Çağan Irmak’ın üslubunda bu var. Genel olarak, komediyle o duygu geçişlerini iç içe kılarak seyirciyi can evinden vuruyor. Bu anlamda çok sıcak bir öykü izliyoruz. Bence üslup olarak bir benzerlik var. Sekizinci bölümde bir plaj sahnemiz var. Orada öyle bir müzik oturttu ki, sahnede o komediyi izlerken, alttaki müzikle başka bir duygu geçişi var. Dublaj sırasında montajı izlediğimde, ‘Budur’ dedim. O iç içe geçmeler insanları bir yandan burkarken, bir yandan güldürüyor. Çok yaşayan bir şey.
İkiniz daha önce yine bir Çağan Irmak projesi olan ‘Çemberimde Gül Oya’da aynı evin kadınları olarak yan yanaydınız... Özge Özberk: Goncagül’ün ismini duyunca havalara uçtum zaten. Önceden de tanışıklığımız vardı. Goncagül Sunar: Ben de çok mutlu oldum. Özellikle ikili sahnemiz olunca, tadından yenmiyor. Herkesi hayranlıkla seyrediyorum. Özge Özberk: Dublaj sonrası geliyoruz zaten birbirimize, ‘Çok güzel oldu!’ filan yapıyoruz. Sahne sonrası ağlayıp ‘Sen ne yapmışsın!’ filan diyoruz.
Ayşe Nil Şamlıoğlu: Okurken ağlıyoruz canım metni, okurken daha...
ÖZGE ÖZBERK
‘Buralara yabancı değilim’ ‘Babam ve Oğlum’un Birgül’ü olarak da daha önce bu civarda bulundunuz. Birgül’den beslendi mi Ayla?
Evet, burası mekân olarak çok yabancı olmadığım bir yer. Ayvalık insanı çok uzak değil bana. Ekip olarak çok bütünlük içindeyiz. ‘Bir an evvel İstanbul’a gidelim’ diyoruz ama bir an evvel de buraya gelme, hep beraber olma çabası içindeyiz. Onun dışında karakterleri çok çok seviyorum. Birgül’ü de çok seviyordum, ufacık bir rolü vardı ama o kadar dokunaklıydı ki...
Birbirinden farklı sinema filmlerinde, dizilerde sürekli zorluklarla mücadele eden kadın olarak izliyoruz sizi... ‘Yol Arkadaşım’ın Ayla’sı da aynı çizgide...
Özellikle seçtiğim bir şey değil. Bilmiyorum, bana yakıştırmalarından kaynaklanıyor belki de. Spesifik bir cevabım yok buna ama belki karakterleri çok sevdiğim için bir
sonraki projeyi etkiliyor.
Gerçek yaşamdaki hallerinizle benzeşiyor mu peki bu kararlılık, mücadeleci ruh, sıfırdan başlayabilme azmi?
Zaman zaman. Her şeye sıfırdan başlıyor Ayla, evet, gerçek hayatta da bir kapıyı kapayıp yeni kapılara umutla bakabilirim.
GONCAGÜL SUNAR
‘Akustik alternatif indie’yim’ Rukiye, aslında kim?
Anne tarafım çok kalabalık ve dominant kadınlar ya, hep onlardan feyz alıyorum. Sanki Çağan da bunu bilerek yapıyormuş gibi. ‘Çemberimde Gül Oya’da da öyleydi, daha önceki karakterlerde de. Hep böyle iç enerjisi yüksek tipler canlandırdım. ‘Artık biraz şehirli, sıradan, daha içe dönük şeyler oynamak istiyorum’ diyorum kendi kendime. Bir de Rukiye’nin kocasıyla arasındaki ilişkide de bir değişiklik oluyor. Daha doğrusu kocası, Rukiye’nin içindeki potansiyeli, Ayla’nın dönüşüyle belki de yeni fark ediyor. Yeniden âşık oluyor Rukiye’ye.
Sizi Çağan Irmak’ın yeni filminde de göreceğimizi duyduk...
Evet, ‘Issız Adam’da konuk oyuncuyum. Çok minik bir rolüm var, göz açıp kapayana kadar. Ama tatlı, şeker, insanı gülümsetecek bir an olacak. Bir şehir kadınının bir kız çocuğuyla ilişkisini ufacık bir karede görebiliyorsun.
Bir de duyunca şaşırdığımız, henüz pek bilinmeyen müzik çalışmalarınız varmış. Nereden geliyor müzik bağı, neler dinleyeceğiz sizden?
Eski bir hikâye aslında. 2002’de gitarla tanıştım. Çalmaya, söylemeye başladım. Şarkıların devamı geldikçe geldi. Bir süre ders aldım. Öğrendiğim akortlarla şarkılar yapmaya başladım. Kendi şarkılarımı çalıp söyleyebiliyorum, söz yazabiliyorum. Çok fazla söz var içimde. 15 şarkım var. Beraber çalıştığım müzisyen arkadaşlarım var, onlarla zamanlamamızın uyması gerekiyor. Tarzı için, kendi müziğim diyebilirim. Bir yandan etkilendiğim akımlar ve kadın vokaller de var. Kendimi ‘akustik alternatif indie’ olarak tanımlıyorum. Biraz folk gibi de diyebiliriz ama Anadolu rock filan değil. Damien Rice’lar, David Gray’ler, İngiliz, İrlandalı müzisyenler vardır ya... Klasik, herkesin beğendiği müzisyenler vardır; PJ Harvey’ler, eskilerden Janis Joplin filan. Hepsinden çok etkilendim ve kendi sezgilerimle, şarkılarımı oluşturmaya çalıştım. İyi de oldu galiba. Şarkıların içinden çok fazla yaylılar geçiyor mesela. Biraz zaman alacak bir şey. Yarım yamalak yapmak istemiyorum.
AYŞE TUNABOYLU
‘Baskılanmış bir kadın ama değişiyor...’
“Hamiyet karakteri çok baskılanmış kocası tarafından bu yıllara kadar. Yine Ayla’nın dönüşüyle birlikte, kocasına karşı çıkışlara başlıyor. Kayınvalidesinden yani büyük babaanneden de alıyor bu feyzi. Hakikaten bir kadın işbirliği var. Hamiyet bile yükseltti kendi durumunu. Kendi içinde bir değişime uğruyor. Benim izlediğim çizgi o şimdilik. Çocuklar da baskılıydı. Hamiyet, babayla aradaki problemi dengelemeye çalışıyor. Arada kalmışlığı, sıkışmışlığı o da yaşıyor. Bir yandan Soner’i koruyor babaya karşı. Ama baba da değişecek, umuyorum. Ayla ona da etki edecek.”
TANJU TUNCEL
‘Tam Cunda değil ama bir Ege öyküsü...’
“Cundalılar diziyi çok benimsedi, seviyorlar. En büyük eleştirileri, ‘Biz bu şiveyle konuşmuyoruz ki’ oluyor. Aslında genel olarak Ege kadını, Egelilerden bahsediyoruz burada. Özellikle Cunda ya da Ayvalık diye adını koymadık. Ki burada daha çok Rumcaya yakın bir ağız var. Benim ailem de Girit kökenli, oradan biliyorum. Ama ‘Yol Arkadaşım’da tam olarak yer belirtmeden bir Ege öyküsü anlatıyoruz.”
AYŞE NİL ŞAMLIOĞLU
‘Hafize ailemden ilham alan bir halk feylesofu’ Hafize’nin bir esin kaynağı var mı?
Tabii, kendi ailemden... Olmaz olur mu! Ailedeki bir kadın da değil, birkaç kadını birbirine karıştırdım. Babaannem, rahmetli... Babateyze derdim, babaannemin ablası ve anne tarafımdan büyük halalardan bir tanesi. Onların üçünü birbirine karıştırıp... Bir de hamdolsun ben de az değilimdir. Kendilerini görüyorlar izlerken. Hatta bazı yürüyüşlerimi ve duruşlarımı, ‘Aynen babaannesi gibi yapıyor’ diyorlar. Hafize kendince bir halk feylesofu. Bir rahatlık, bir gevreklik... Hatta bir bölümünde, çocuk kaybolduydu da, o vaveyla anında, tabii ister istemez oyuncu olarak kendinizi kaptırıyorsunuz. Ben de hicranla ağladıydım, kızımın haline, sütannesi olarak. Ay ben bir azar işiteyim, ‘Sen niye ağlıyorsun?’ diye. Çünkü evet, haklı... O, anne olarak paniğe kapılıp o anda ağlayabilir ama bunlar cengâver kadınlar. Paniğe kapılıp da niye ağlasın ya da niye böyle bir zayıflık göstersin canım? Tam tersine ayakta dimdik durmaları lazım. Fırça yedim yani!
Yönetmenliğini yapıp sahneye koyduğunuz ya da oynadığınız oyunlarda grotesk, göstermeci bir tiyatro anlayışınız var. Hafize’nin seyirciyi alıp götüren abartılı hareketlerinde bu tercihin de etkisi var sanırım...
Var, var tabii... Ama bir yandan çok fazla bire bir benim tercihimle olan bir şey de değil. Çünkü Çağan, parantezlerin içinde vallahi kırbacını şaklatır gibi öyle bir söylüyor ki ne yapmamız gerektiğini. Bakın orada karşıda yönetmenlerden bir tanesi duruyor, onlar da vallahi tepemizdeler. Şahane bir şekilde... Son derece titiz yönlendiriyorlar.
0 commentaires:
Post a Comment