بطل فلم وادي الدئاب

Tuesday, April 8, 2014

uhsin Yazıcıoğlu'nu yakından tanıyalım. Mhp'den neden ayrıldı , kimleri sakladı ? 2014


Muhsin Yazıcıoğlu MHP'den Neden Ayrıldı?


DYP-SHP Koalisyon hükümetine güvenoyu vermemekte ısrar eden Muhsin


Yazıcıoğlu'nun koluna giren Türkeş Meclis Genel Kurulu'na soktu ve


yanına oturttu. Ancak Yazıcıoğlu SHP'deki DEP'lileri hazmedemiyordu




Meclis'te açık oylama yapılıyordu. Türkeş "Evet" yanında oturan


Yazıcıoğlu "Hayır" diyecek ve ilginç bir görüntü oluşacaktı.


Yazıcıoğlu "Efendim izin verin çıkayım" dedi. Türkeş kabul etmedi




Bunun üzerine Yazıcıoğlu, bir kâğıda milletvekilliğinden istifa


dilekçesi yazdı. Türkeş çok sinirlenmişti. Dilekçeyi yırttı.


Yazıcıoğlu ve üç arkadaşı genel kurul salonunu terkedince, kopma


kaçınılmaz olmuştu




MHP'NİN Meclis'te 19 olan sandalye sayısı, Muhsin Yazıcıoğlu ve


arkadaşlarının ayrılması üzerine 15'e indi, sonraki bir katılımla


16'ya çıktı. Bu arada Yazıcıoğlu ve arkadaşları herhangi bir partiye


katılmak yerine Büyük Birlik Partisi adı altında bir parti kurdular.


Hilal ve gül motiflerinin yer aldığı parti amblemi yeni bir çatının


işareti oldu. Ancak şimdi biz, BBP'nin kuruluşundan önceye,


Yazıcıoğlu'nu kopmaya götüren sürece dönelim yine.




Dizinin önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi, ülkücü camia içinde


bazı isimler, Türkeş'in MHP'nin başına geçmemesi ve partilerüstü


kalması yönünde telkinlerde bulunuyordu.




Yazıcıoğlu, o günleri anlatıyor:




- Ben cezaevinden çıktıktan sonra Anadolu'yu karış karış gezdim. Bu


gezilerim sırasında ülkücü hareketin ciddi anlamda dağınık olduğunu


gördüm. Kimi ANAP, kimi DYP içerisinde yer almış, kimileri Milliyetçi


Çalışma Partisi'ni kurmuş ve onun içinde yer almış. Kimileri de bu


kuruluş dönemini benimsememiş. Tam tatminkâr olmamış. Dolayısıyla o


sürecin dışında kalıp hâlâ arayışlarını sürdürüyor. Kimileri de


tamamen siyaset dışı kalmış, siyaseti küçümsüyor, onu basit insanların


yaptığı işler gibi görüyor. Dolayısıyla siyaset dışı tasavvuf


hareketlerine katılmış durumdaydı. Böyle bir dönemdi 1987'nin sonları.


Tabii ki, hareketin hukukunu lider temsil eder. Lideri yok sayarak


hareketi toparlamak, lideri dışlayarak hareketin birliğini sağlamak


mümkün değildir tezini ben savundum...




Sayın Devlet Bahçeli de aynı görüşteydi sanırım...




- Evet, biz aynı şeyleri savunduk. Ben de o zaman bunu ifade ettim.


Tabii ki, liderle ilgili bir takım politik anlayışı, fikri çizgisi,


uygulamalarıyla ilgili farklı yorumlarınız, değerlendirmeleriniz olsa


bile, bunu içselleştirerek birliğe giden yolun mutlaka liderin


etrafında olması gerektiğini savunursunuz, ben de öyle yaptım. Benim


görüşüm buydu. O sebeplede MÇP'nin içinde yerimizi aldık.




10 günlük evliyken Anadolu'ya çıktım




Hareketin toparlanması için de ben elimden geleni yaptığıma


inanıyorum. 10 günlük evliyken en az onbeş gün evime dönmemek üzere


valizimi hazırlayıp Karadeniz'den, Doğu'ya, Güneydoğu'ya kadar her


yeri gezip dolaştım. Bir sinerji oluşturuldu. Yeniden bir toparlanma


oldu ve hareketin bir noktada cazibe merkezi haline gelmesi


gerekiyordu. O yönde çaba gösterdik. Tabii MHP'nin kendi asli


unsurları içinde Türkeş Bey'in siyasete girmemesi konusunda talepler


vardı.




12 Eylül öncesi birlikte siyaset yaptığı arkadaşları değil mi?




- Tabii... O arkadaşlar içerisinde GİK üyeliği yapmış kişiler, o zaman


MÇP'nin bu şekilde devamından yana olmayanlar vardı. Bunlar başka bir


siyasi partinin içinde oldukları kadar, hiçbir siyasi partinin içinde


olmayanlar da vardı. Bu yönde yoğun tartışmalar oldu. Dedeman


toplantıları benden daha evveldir. Ben cezaevinde olduğum sırada


avukat arkadaşlarımız gelerek, dışarıda bir takım siyasi arayışların


olduğunu, hatta bu yönde kamplaşmalara dönük organizasyonların


bulunduğunu, gelişmelere benim nasıl baktığımı, ne dediğimi öğrenmek


istediklerini söylediler. Hatta ne diyorsanız, biz de dışarıda o


istikamette çalışmalar yapalım diyenler olmuştur. Ancak ben şunu


söyledim, dışarıda hareketimizin yetkin unsurları var. Dışarıda olan


arkadaşlarımız bir araya gelip tartışıp değerlendirirler, bir karara


varırlar. Varacakları kararlar birlik beraberlik içerisinde olmalı.


Bunun ötesinde ben özel bir şey söylemem. Benim işim cezaevindeki


arkadaşların birliğini sağlamaktır. Onların hukuki, ekonomik


sorunlarını sağlamaktır. Dışarıdaki gelişmelere buradan müdahale


etmeyi saygısızlık olarak görürüm dedim.




Dedeman toplantılarında bu hareketin içinde eğitimcilik görevinde


bulunmuş, ocaklarımızda, teşkilatlarımızda bir araya gelmiş arkadaşlar


yer aldı. Ciddi çelişkiler, tartışmalar olmuş. Aslında önemli bir


arayış dönemidir. Biz o zaman, ifade ettiğim gibi arkadaşlarımızla,


ülkü ocaklarının, gençlik kollarının genel başkanlığını yapmış


arkadaşlarla bir araya gelip, birlikte MÇP'ye girme noktasında


buluştuk. Rahmetli beni davet etti. 'Arkadaşlara söyle, partiye aktif


olarak girsinler' dedi.




O dönemde rahmetli Türkeş'in velihatı olarak Muhsin Yazıcıoğlu ve


Devlet Bahçeli gösteriliyordu. Ama siz bir mesafe koydunuz. Soğukluk


oldu. Nasıl ve neden oldu bu?




Veliaht diye kapak yaptılar




Türkeş Bey bizi davet edince, 'Efendim benim arkadaşlara söylemem


yanlış anlaşılabilir. Zatıâlinizin doğrudan daveti olsun' dedim.


Burada o arkadaş çevresinin bir temsilcisi gibi konuma düşmeyi doğru


bulmadığımı ifade ettim. Kendisinin söylemesinde yarar olduğunu ifade


ettim. Buna rağmen arkadaşlarımıza hem ben söyledim, hem de kendisi


söyledi. Partiye katılıp ciddi çalıştık. Üzerime düşeni en ileri


seviyede yaptım. Arkadaşlarımız da yaptılar. Bir müddet sonra kongre


oldu. Bazı dergilerde halef selef diye yazıldı. Türkeş Bey'in halefi


Muhsin Yazıcıoğlu denildi. Bazı dergilere kapak konusu oldu.


Fotoğraflarımızla birlikte. Bunlar bünyede bir takım rahatsızlıklara


yol açtı. Bu benim istediğim, yazdırdığım bir şey değil. Hatta ben


bunun böyle anlaşılmaması için gayret sarf etmiş birisiyim. İşte o


arada bir büyük kurultay oldu. O kurultayda arkadaşlarımızla yan yana


oturup her birimizin ismi okunduğunda salonun coşkusunu artırmak, bir


ihtiyaç olduğu halde, o günün şartlarında biz bunun bile olmaması için


gayret ettik. Niye bazı büyüklerimizde bizi uyarmışlardır. Büyük


kurultayda kitlenin bize yönelik ciddi ilgisi oldu. Hatta Cumhuriyet


gazetesinde, Muhsin Yazıcıoğlu tezahüratın devam etmesini önlemek için


yerinden kalkmadı diye yazıldı. Bu gazetenin bile fark edeceği bir


ilgi yoğunluğu oldu. Bunun üzerine, 'Senin işin bundan sonra zor'


dediler. Niye çünkü bundan sonra bu dengeyi çok sağlıklı götürmek


zorundasın dediler. Ben de o dengeyi sağlıklı götürmek için elimden


geleni yaptığıma inanıyorum. Fakat sürekli bir şey oldu. O


kurultayımızdan sonraki ilk yapılan MYK toplantısından önce dedi ki,


'Yönetim ikilik kabul etmez. Onun için bazı gazetelerde, dergilerde,


halef selef yazıldı. Bu istismara yol açıyor. Genel Başkan Yardımcısı


olarak yazmalıyız' dedi. Ben de genel başkan yardımcılığı diye bir


talebimin olmadığını, bunun gazetelerde böyle yayınlandığını söyledim.


Tabii bir gelişme... Herhangi bir sıfatım olmadan harekete hizmet


edebilirim. Müsaade ederseniz merkez yürütmede kalıp, divanda görev


almayayım dedim. Ve görev almadım. Onun tefarruatı çok da....


Toplantıda diğer bazı arkadaşlarımıza teklif edildi, onlar da görev


almadı.




Kimler mesela?




- Mustafa Mit, Abdurrahim Karakoç gibi... Bu arkadaşlarımızın bir çoğu


da görev almadılar. Yâni bir gedik açıldı o günden itibaren. Bu niye


açıldı. Böyle bir niyetim, parti içinde ayrı bir organizasyonun


olmadığını, Türkeş'e rağmen bir iddia içerisinde olmadığımı, bu tür


bilgiler geldiği zaman bana sorulmasının daha sağlıklı olacağını


söyledim. Bunları söyledim. Bana, boşver bunlara aldırmayalım, işimize


bakalım denildi. Çok ciddi şeyler kendiliğinden yaşandı. Adana'ya


gittim. Teşkilat daveti üzerine. Milletvekiliydim. Adana'da bir konvoy


yapmışlar bana, 50- 60 araba var. Bir arabanın önüne Muhsin Yazıcıoğlu


diye yazılmış. Gidip konferans verdim. Ankara'ya döndüğüm zaman Mehmet


Eke, o da kendi görüşü değil belki, aracı olarak çevresine söylüyor.


Orada lider gibi karşılanmışsın. Ben de onlara, ben bu partinin Genel


Sekreter Yardımcısı'yım, milletvikiliyim. Bir ile gittiğimde eğer bu


partinin milletvekili, genel sekreter yardımcısı konvoylarla


karşılanıyorsa bundan mutluluk duymanız lâzım dedim.




SHP-DYP koalisyonu oluşmuştu. O zaman DEP'liler SHP'nin içinde. Ben


böyle bir koalisyona oy vermeyi içime sindiremediğimi söyledim. Oy


vermeyeceğimi ifade ettim. Bazı arkadaşlarımızın böyle bir düşünceleri


oldu. Bu koalisyona güven oyuyla destek vermeyelim. Ancak koalisyon


oluşur. Bizim oylarımız olmasa da koalisyon kurulabiliyor. Faydalı


olanlarda destek veriririz, olmayanlarda vermeyiz. Ama böyle toptan


bir irademizi bu hükümetimizin yanında koymayalım. Meydanlarda SHP'ye


verilen her oy PKK'ya verilmiş demektir diye propaganda yaptık. Burada


SHP'nin iktidarına oy verirsek bu çelişki olur. Vicdani olarak da


doğru bulmuyorum. Tabii bu görüş ayrılığı.... Türkeş Bey farklı


düşündü, ben farklı düşündüm. Bu hükümete dört kişi güvenoyu vermedik.


Rahmetli ısrar etti. Hatta benim kolumdan tutarak Meclis'in içine


girdik. O zaman oylamalar işaretle, açık bir şekilde yapılıyordu.


Oylama başlarken yan yana oturuyorduk. Ben o arada kendisine, efendim


ben bu hükümet güvenoyu veremem. Beni anlayışla karşılayın. Kendime


olan saygımı kaybedemem. Bana müsaade edin dışarıya çıkayım. Bunun


gerekçesini de hareketimize zarar vermeyecek şekilde ifade edebilirim.


Yan yana duruyoruz. Siz kabul diyecekiniz, ben ret diyeceğim. Bu


yakışmaz. Şık da olmaz. Müsaade edin çıkayım. İznini almak istedim.


Hayır, dedi kalınıp, kabul oyu verilecek. Ben de 'C-5'te işkence


görmekten daha beter bir psikoloji içerisindeyim şu anda. Ben böyle


birşeyi asla kabul etmeyeceğim' dedim. 'Duygumu iyi anlayın diye


söylüyorum. Müsaade edin.' Buna rağmen 'Hayır' dedi. 'Öyleyse bu


siyaseti yapamayacağımı anlıyorum ve milletvekilliğinden istifa


ediyorum' dedim. Oradan bir kâğıt aldım, TBMM Başkanlığı'na hitaben,


istifa ediyorum diye yazıp imzaladım ve gönderdim. Bunlar Meclis'in


genel kurulunda oluyor.




Bunlar basına yansımadı...




- Tabii yansımadı. Ama bizim içimizde biliniyor. Türkeş Bey benim


istifa dilekçemi yırtıp çöpe attı. Bunun üzerine arkadaşlar bana


gelip, 'Niye istifa ediyorsun, hadi dışarı çıkalım' dediler. Beraber


dışarı çıktık. Biz dışarı çıkınca MÇP'den dört kişinin güvenoyuna


katılmadığı yansıdı. O zaman 19 kişiydik. Bunu parti içindeki unsurlar


MHP'ye, Türkeş'e güvenoyu vermedim diye ısrarla yansıtmaya çalıştılar.


Halbuki ben hükümete güven vermedim. Demokratik bir hakkımı kullandım.


Daha öncesinde Genel Başkan'a bu hükümete güven oyu vermenin


mahsurlarını anlattım. Kendisi de faydalarını anlattı. Milletvekilleri


bir araya gelip grup toplantısı yaptığımızda da çoğunlukla güvenoyu


verilmesine karşıydı arkadaşlarımız. Çoğunluk olarak. Ama rahmetli,


"yanlışta da beraber olacağız" deyip kalkıp gitti. "Bu konuyu


tartıştırmak istemiyorum" dedi.




Ankara İl Kongresi krizi




Ankara il kongresinde tavır koyduk. Bu saygısızlık çerçevesinde değil.


Gösterilmek istenen adayı benimsemediğimizi, onun karşısında başka bir


adayın daha faydalı olacağını Türkeş Bey'e ilettik. Gizli saklı değil


dedik. Aday çıkardık. Allah rahmet etsin Hasan Basri Erdem'i çıkardık.


25 ilçenin, 24'ü teklifimizi imzaladı. O kongreyi Türkeş Bey kabul


etmedi. Salonu terk etti. Çok öfkelendi. Gitti sonra biz yine genel


başkanımız bunu kabullenmedi, bir bölünmeye meydan vermeyelim, bir


sıkıntıya meydan vermeyelim. Madem ki kabullenilmedi, bu


arkadaşlarımızı istifa ettirelim dedik. Görevlerinden istifa ettirdik.


Kongreyi kazanmalarına rağmen. Kendisi de bize divanda böyle olması


lazım dedi. İmzalandı. Yarım saat sonra yeni toplantı yapıldı. Türkeş


Bey istedi denildi. Bütün sonuçlarıyla bu kongrenin fesh edilmesi


lâzım. Halbuki istifa etmişler. Bunun üzerine ben şerh düştüm karar


defterine. Bazı arkadaşlarımız da şerh düştüler. Çünkü divan


başkanlığı yapmış bir arkadaşımız bu kongre usulsüz diyemezdi.




Yazıcıoğlu'nun DEP'lileri barındırıyor diye DYP-SHP Koalisyonu'na


güvenoyu vermemesi, Türkeş yönetimindeki MÇP'de gerginlik yarattı.


Yazıcıoğlu'nun davetli olduğu toplantılar iptal edildi, dergi binası


basıldı




Yaralılar vardı. Yazıcıoğlu hastane kapısında sonradan adı MHP olacak


MÇP'den istifasını açıkladı. Yazıcıoğlu, bu kopuşta dış kaynaklardan


çok, iç mekanizmaların etkisi olduğuna inanıyor. "O gün istifa etmesem


koridorlarda başka şeyler olurdu" diyor




ALPARSLAN Türkeş'in bütün ısrarına rağmen, Muhsin Yazıcıoğlu ve üç


arkadaşı, genel kurul salonunu terkederek DYP-SHP Koalisyonu'na


güvenoyu vermedi. İpler bir anlamda kopmuştu. Ama Türkeş,


Yazıcıoğlu'nun milletvekilliğinden istifa dilekçesini yırtıp çöpe


attığı için, henüz ayrılma sözkonusu değildi.




İyi de Türkeş, aralarında DEP'lileri de barındıran bu koalisyona neden


destek için o kadar ısrar ediyordu?




Yazıcıoğlu anlatıyor:




- Güvenoyu verilmesiyle partinin daha avantajlı hale geleceğini


düşünmüş olabilirdi. Kadroların değerlendirilmesi, işsiz


arkadaşlarımızın iş bulması açısından. İdeolojik olarak bu hükümet


DEP'lilere mahkûm hale gelmesin gibi bir gerekçe de vardı. Tabii ben


de diyorum ki, güvenoyunu biz vermesek bile hükümet yeterli sayıya


sahip. Türkiye'nin çıkarlarına uygun olan her hareketi destekleyelim.


Bizim fikriyatımıza uygun olan. Ama ben toptan irademizi böyle bir


iktidara vermeyi doğru bulmuyorum. Bu bir görüş. O zaman Seyfi Oktay


Adalet Bakanı'ydı. Bu bakanlığın böyle bir zihniyetin eline


verilmesinin mahsurlarını anlattım. En az 30 yıl bunların ektiği


tohumları tarladan temizleyemeyiz dedim. Dolayısıyla bu zihniyetin


mesuliyetini almamamız gerektiğini düşünüyorum. Tabii on yıl sonra


Türkiye cezaevlerini yıkarak teslim almak zorunda kaldı Moğultay. Beş


bin yeni kadro aldı.




Ben güvenoyu vermeme kararını alırken tek başıma almadım. Arkadaşlar


da karar alırken kendi kendine almadılar. Tabanın, teşkilatların


talebiydi bu.




Bu davranışınız sonrasında size karşı tavır değişti galiba. Bazı


tatsız olaylar da yaşandı...




Dergiye baskın




- Ciddi bir gedik açıldı. Anadolu'dan bizimle ilgili yapılmış


programlar merkezden iptal ettirildi. Yaptırımlar, planlar başladı.


Açık bir şekilde istifaya zorlandık. Önceden programlanmış davetler


iptal ettirildi. İller iptal etmedi. Bazı yerler buna rağmen davetleri


devam ettirdiler. Bu programları yaparken, parti içine yönelik bir


program değildi. İç çelişkileri gündeme taşıyan toplantılar değildi.


Normal konferanslardı. Türkiye'nin genel sorunlarını tartışıyorduk.


Sonra da çıkarılan bir dergi vardı. O derginin genel merkez


idarehanesi basıldı, orada silah kullanıldı. Baktık ki ülkücü ülkücüyü


vursun, ülkücü ülkücüyle kavga mı etsin. İşin demokratik zarafet


ölçüsünden çıktığını görünce o gün istifa ettim. Önceden parti içinde


bir organizasyon yapalım ve bu bir bölünme noktasına getirsin, ondan


sonra da yeni bir siyasi parti organizasyonu bunun içinden çıkartalım


diye planlanmış progamlı olarak getirilmiş bir nokta değildir. Şartlar


sürükleyip getirdi.




Ve BBP kuruldu... Partinin kuruluşu Türk milliyetçiliğinden vazgeçiş,


İslâm'a yöneliş değil ama ideolojisi ne oldu?




- Parti içinde nüanslarımız zaten vardı. Bu 1970'li yıllardan beri


gelen...




İlk konuşmalarınızda gönüldaşlarımız demeye başladınız. Hilalin içine


gül konuldu. Bunların anlamı neydi?




İç unsurların tezgâhı




- Bunların hiçbirinden vazgeçmedim. Başından beri gönüldaşlarım,


ülküdaşlarım diyorum. Bu arada Türk İslâm ülküsü diye ifade ettiğim


doğru terkibi, bana göre ne soyumdan, ne de dinimden endişem var. Ne


de artık demokrasiyle ilgili bir problemim var.




Dolayısıyla, soyumu, dinimi, demokrasiyi iç içe haleler şeklinde


uyumlandırmak ve oradan milletimize bir çıkış yolu bulmak doğru bir


yoldur diye bakıyorum. Burada programlı bir şekilde, oradan bir kopuş


sağlayalım, oradan da bir siyasi parti kuralım diye düşünmedim. Bir


yerde parasal kaynaklarını ayarlamış sermayeyle ilgili bir takım


yerlerden destekler almış veya öz sermayeden destekler alıp birşeyi


kurmuş değilim. Tamamen naturel bir harekettir BBP. Orijinaldir. Bize


aittir. Geçmişimize, köklerimize dayanan, samimiyetle savunan bir


harekettir. Her şey doğru yapıldı, hiçbir yanlışı yoktur demiyorum.


Fani olan insanların her zaman yanlışları olur. Eksiklikleri vardır.


Biz de insanız, şartlar neyi getirdiyse onu yaptık. Ama ne yaptıysam


inanarak yaptım. Ona o gün inanarak yapıp, söylemişimdir.


Arkadaşlarımızla beraber samimiyetle söyledik.




Arkamızda başka güç aramak, iftira ve hayalperestlik olur. Biz biziz.


1968'lerde genç ülkücüler teşkilatında Muhsin Yazıcıoğlu neye


inanmışsa, o zaman neye varsa BBP'yi kurarken de ona inanmıştır ve


devam ettirmiştir. Dolayısıyla eksik varsa bizimdir. Yanlış varsa


bizimdir. Doğru ise bizim doğrumuzdur. Bir başka mahfilin bize


dayattığı, oluşturduğu ve yönlendirdiği bir iş değildir. Ama birşey


vardır MHP'den kopuşumuzda dış unsurlardan daha çok iç unsurların


tezgâhı olabilir. Ona birşey demem.




Nasıl yani?




- MHP'nin kendi içinde Yazıcıoğlu ve arkadaşları kopsun diye bir


gayret olmuş olabilir. Bu gayretin katkıları olmuş olabilir. Bu yönde


zorlanmış olabiliriz. Şartların o şekilde oluşması için belli çabalar


olabilir. Bunlara bir şey demiyorum. Ama ne yapmışsak kendimize


inanarak yaptık. O gün istifa etmemiş olsaydım o zaman MÇP'nin


kapısında ve koridorlarında başka şeyler olurdu.




Ne olurdu mesela?




- Çok tatsız ve üzücü şeyler olurdu. Bizden kaynaklanmazdı ama bizi de


zorlayıcı şeyler olurdu. Neticede biz hastahanenin kapısında


istifamızı açıklamışız. Yaralılar ortada. Olay var. O günkü psikoloji


ile biz artık bu iş burada demokratik iç mücadele olmaktan çıktı.


Öyleyse herkes yoluna.


Ben kendimi çok yürekli insan olarak bilirim. Ama ülküdaşımla kavga


ederim, kendimi çok dayanıklı, dirençli olarak bilirim, ama ülkücünün


ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim. Bu bir


dayanıksızlık veya acziyet değil. Ülkücünün ülkücüye şiddet unsuru


kullanarak iç mücadeleye razı olmadım. Olmam da. Çünkü onun telafisi


mümkün değil. Müsade de etmedim. Aslında ayrılış ve kopuş böyle bir


hassasiyetinde sonucudur. Tarihi olayların o tarihin şartları


içerisinde değerlendirirsek doğru yaparız. Bugüne getirirsek yanlış


yaparız.




Yazıcıoğlu ve arkadaşları bugün ayrı bir parti çatısı altında


mücadelelerini sürdürüyor. Ancak milliyetçi-ülkücü insanlar arasında


ayrı gayrı olmaması gerektiğini savunmaya devam ediyorlar:


- Ülkücüler, farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler,


hatta farklı organizasyonlara sahip olsalar da, önce birbirlerinin


hukukuna saygı göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve


ülküdaşlık bunu gerektiriyor. Bugün de beklentimiz odur. Ülkücüler


birbirlerine sahip çıkmalı, sezgilerini ve çabalarını geliştirmeli. Bu


görüşümüz devam ediyor, Ülkücünün ülkücüye küslüğünü, şiddet unsuru


kullanmasını, birbirinden kopmasını asla bağışlamıyoruz ve buna izin


vermiyoruz.

Ülkücüler arasındaki gönül bağı

1980 yılında, Balgat Katliamı sanıklarından İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu, müthiş bir operasyonla Mamak Askeri Cezaevi’nden kaçırıldılar. Olay, bütün Türkiye’de geniş yankı uyardırdı. Günlerce gazetelerin manşetlerini süsledi.








İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu, idam cezasına çarptırılmışlardı. Askeri cezaevinden kaçırılmasalardı, ertesi gün idam dosyaları Meclis’te görüşülecekti. En önemlisi, MHP iktidar ortağıydı. Dosya görüşülerken, MHP’li milletvekilleri de el kaldırıp, oy kullanacaklardı. Armağan ve Pehlivanoğlu’nun idamlarına ‘evet’ oyu vermeleri mümkün değildi. ‘Hayır’ oyu verdiklerinde ise, CHP tarafından çok kötü sıkıştırılacaklardı. CHP’nin kamuoyuna vereceği mesaj, çok öncesinden belliydi:




‘İşte gördünüz. MHP, katilleri koruyor. Çünkü, bu katliamın arkasında MHP var. Balgat katliamının sorumlusu iktidardaki MHP’dir.’




İşte bu yüzden ‘Askeri cezaevinden Ülkücü kaçırma Operasyonu’nun zamanlaması çok ilginçti. İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu’nun kaçırılmaları, iktidardaki MHP’yi ciddi bir sıkıntıdan kurtardı.




Olayın ertesi günü, Alparslan Türkeş bütün Ülkücü yöneticileri Parti Genel Merkezi’nde topladı. Namık Kemal Zeybek, Ramiz Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu ve diğerleri sıraya dizildiler.




Türkeş, son derece yüksek sesle bağırmaya başladı:




- Kim yaptı bunu? Kim kaçırdı? Askeri cezaevi gibi bir yerden nasıl kaçabiliyorlar?




Ardından, tek tek sormaya başladı:




- Senin bilgin var mı?




- Ya senin?




- Sen biliyor musun?




Hep, ‘hayır’ cevabını aldı.




Türkeş, karşısına dizilenlerden sadece birine herhangi bir soru yöneltmedi. O’nun yüzüne bile bakmadı. Aldığı cevapların ardından, yine yüksek bir ses tonuyla ‘Çıkın dışarı, kaybolun’ dedi.




Türkeş’in en belirgin özelliği, önemli konularda muhatapları ile konuşarak değil, yazarak iletişim kurmasıydı. Daha sonra, bu kağıtları yakar ve imha ederdi. Bu defa gelenek bozulmuş, çok farklı olmuştu. Son derece yüksek bir sesle bağırarak konuşmuştu. Belli ki, bazı yerlere mesaj vermek istiyordu. Armağan ve Pehlivoğlu’nın kaçırılması ile kendilerinin bir ilgisinin bulunmadığını duyurmaya çalışıyordu. Herhalde, çevrede bir dinleme cihazının bulunduğunu düşünüyor ya da biliyordu.




Aradan bir süre geçti…




Türkeş, daha önce karşısına dizdiği isimlerden sadece ‘Kim kaçırdı, haberin var mı?’ sorusunu yöneltmediği yöneticiyi tekrar çağırdı. Bu defa bağırmıyordu. Aksine, son derece kısık bir ses tonuyla konuşuyordu:




- Oğlum, sağlam yerdeler mi?




Aldığı cevapla rahatladı:




- Kaygılanmayın, sağlam yerdeler.




Gerçekten de son derece sağlam bir yerdeydiler. Üstelik, cezaevinden kaçırılan İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu, dışarı çıkar çıkmaz uyarılmışlardı. İkisine de sıkı sıkı tembih edilmişti:




- Sakın ola teşkilatlara gitmeyin.




İsa Armağan, verilen talimata harfiyen uydu. Kendisine çizilen alanın dışına çıkmadı. Ülkücü teşkilatlarla ilişkisini tamamen kesti. Mustafa Pehlivanoğlu ise, tersini yaptı. Bir süre gizlendikten sonra teşkilatlara gitmeye ve gezmeye başladı. Bunun üzerine yakalandı ve ardından idam edildi.




Pehlivanoğlu, verilen talimatlara uymuş olsaydı, O da İsa Armağan gibi hayatta kalacaktı.




‘ANKARA’YI HAVAYA UÇURURUM’




Abdullah Çatlı, 12 Eylül öncesinde Ülkü Ocakları’nın Genel Başkan Yardımcısıydı. Arkadaşlarıyla Sakarya’dan Ankara’ya gelirken gözaltına alındı.




Olay, hemen Genel Merkez’e bildirildi. Ülkücü polisler, vakit geçirmeden Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ni uyardılar:




- Çatlı ve bazı arkadaşlar gözaltına alındılar.




Genel Başkan Muhsin Yazıcıoğlu, hemen telefona sarıldı. Ankara Emniyet Müdürü’nü aradı. Emniyet Müdürü bekletmeden telefona çıktı.




Yazıcıoğlu, ‘Neden böyle yaptınız?’ dedi:




- Bizim arkadaşlarımızı niye Emniyet’e aldınız?




Müdür, ‘Haklarında ihbar var’ cevabını verdi.




Yazıcıoğlu da ‘Siz emniyet olarak niye bizim üzerimize geliyorsunuz?’ diye tepki gösterdi:




- Bizimle uğraşmaya devam ederseniz, biz de sizinle uğraşırız. Biz, meşru bir derneğiz ve meşru platformda kalmak istiyoruz. Bizim, ne terörle, ne de anarşi ile ilgimiz var. Ama bizi mecbur ederseniz, gereğini de yaparız. Şimdi bak bakalım bu gece Ankara’nın kaç yerinde patlama sesi duyacaksın! Hem de Ankara Emniyet Müdürlüğü de dahil olmak üzere!




Müdür, ‘Ne demek bu’ dedi:




- Bizi tehdit mi ediyorsun?




Yazıcıoğlu da Mehmet Akif Ersoy’un dizelerini okudu:




- Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem/ Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım/ Boğamazsın ki/ Hiç olmazsa yanımdan kovarım/ Ben ezelden beridir aşığım istiklale/ Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale/ Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum/ Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim/ Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim/ Adam, aldırma da geç git diyemem, aldırırım/ Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.




Ardından da kestirip attı:




- Arkadaşlarımızın serbest bırakılmalarını bekliyorum. Sakın ola işkence ve kötü muamele yapmaya kalkmayın.




Aradan bir süre geçti…




Demirtepe Köprüsü’nün üzerinde bir bomba bulundu. Bomba, emniyetin imha ekipleri tarafından patlamadan etkisiz hale getirildi.




Ardından da Abdullah Çatlı serbest bırakıldı.




.








ÜLKÜCÜLERDEN GÜÇ GÖSTERİSİ




Ülkü Ocakları hakkında Ali Batman’ın bir genelgesinden dolayı dava açıldı. Ali Batman da bunun üzerine tedbir olarak görevden ayrıldı. Ancak, Batman’ın görevden ayrılması da herhangi bir işe yaramadı. Ülkü Ocakları hakkındaki ‘kapatma davası’ devam ederken, hakim haber gönderdi:




- Derneğinizi kapatmak zorunda kalacağım. Tedbirinizi alın.




Ülkü Ocakları’nın bütün şube başkanları Ankara’da toplandı. Alel acele bir kongre yapıldı. Muhsin Yazıcıoğlu, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevinden ayrıldı. Yerine Lütfü Şehsuvaroğlu getirildi. Ankara’ya çağrılan ocak yöneticilerinin eline de iki ayrı yazı verildi. Birinde, Ülkü Ocakları’nın feshedildiği yazıyordu. Diğerinde ise, Genel Başkanlığını Muhsin Yazıcıoğlu’nun yapacağı Ülkücü Gençlik Derneği’nin kuruluş yetkisi vardı.




Bütün ocak yöneticilerine gerekli talimat verildi:




- Yarın saat 16:00′da emniyete gidip, Ülkü Ocakları Derneği’nin fesih yazılarını vereceksiniz. Saat 16:45′te de Ülkücü Gençlik Derneği’nin kuruluş yazısını aynı yere teslim edeceksiniz.




Bir günde Türkiye çapında 350 şube kapandı, yerine 350 yeni şube açıldı. Ülkü Ocakları, 45 dakika içinde Ülkücü Gençlik Derneği’ne dönüştürüldü. Bu büyük operasyonda hiç bir sıkıntı çekilmedi, tek bir fire verilmedi. Adresler ve yöneticiler aynı kaldı. Ülkü Ocakları tabelaları indirilip, yerine ‘Ülkücü Gençlik Derneği’ tabelaları asıldı. Yazıcıoğlu da odasını bile değiştirmeden Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkanı oldu.




Türkiye çapında büyük bir disiplin ve güç gösterisi yapıldı.




‘BAŞKA YERLERLE İRTİBATLI ÜGD GENEL BAŞKANI’




1979 yılında Şefkat Çetin Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkanı seçildi. Bu seçim, Alparslan Türkeş’in hiç hoşuna gitmemişti.




Türkeş, Türkmen Onur ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu yanına çağırdı. Yapılan seçime itiraz etti:




- Oğlum, bunu nasıl yaparsınız! Şefkat Çetin’in başka yerlerle irtibatı var. O’nu derhal görevden alın.




Türkeş, ‘Başka yerlerden’ acaba neyi kastediyordu? Bu, bir türlü öğrenilemedi. Çünkü, ne Türkmen Onur, ne de Muhsin Yazıcıoğlu, ‘Başka yerler neresi?’ sorusunu sormadılar. Sadece, ‘şekil tartışması’ yapıldı.




Türkmen Onur sesini çıkartmadı. Muhsin Yazıcıoğlu ise, ‘Bir müddet bekleyelim Başbuğum’ dedi:




- Şefkat Çetin’i yeni seçtik. Hemen görevden alırsak, gençliğin morali bozulur, sıkıntı çekeriz.




Türkeş’in verdiği talimat, gecikmeli olarak yerine getirildi. Şefkat Çetin, birkaç ay ÜGD Genel Başkanlığı’nda kaldıktan sonra görev değişikliği yapıldı.




Şefkat Çetin, yıllar sonra çok önemli bir göreve getirildi. Devlet Bahçeli’nin Başbakan Yardımcılığı döneminde ‘İkinci adamlık’ koltuğuna oturdu. MHP Teşkilat Başkanlığı görevini yürüttü.




İlginçtir, daha sonra Şefkat Çetin 57. Hükümet döneminde yaşanan pek çok sıkıntının sorumlusu olarak gösterildi. Teşkilat Başkanlığı görevinden ayrıldı. Bugün ise, pek ortalıklarda görünmüyor.




30 ÖNEMLİ ADAM




Anarşi ve terör, giderek yaygınlaşıyordu. Ülkücü kuruluşların sayısı ise, her geçen gün daha da kabarıyordu. Sol terör, ‘Kurtarılmış bölgeler stratejisini’ izliyor, mahalle mahalle çatışmalar sürüyordu. Ülkücü Hareket içinde, hem kontrolsuzluk artıyor, hem de Türkeş’in sık sık tekrar ettiği ‘Gönül Seferberliği’ mesajı bir türlü anlaşılamıyordu.




1977 yılında bunlar yaşanırken, Namık Kemal Zeybek, Tarım Reformu Müsteşarlığı’nda Teftiş Kurulu Başkanıydı. Bir gün Türkeş kendisini çağırdı. Gençliğin eğitimsizliğinden söz etti, buna bir çare bulunması gerektiğini söyledi. Türkeş, Namık Kemal Zeybek’ten işinden ayrılmasını istedi:




- 30 kişilik bir kadro kurup, bu gençleri siz eğiteceksiniz. Yanına istediğin isimleri al, ama Ramiz Ongun ve Türkmen Onur’u özellikle tavsiye ederim. Önce, arkadaşları eğitelim. Ardından da Türkiye’yi 9 bölgeye ayırın. Oralara dağılın. Bu 30 kişi işlerinden ayrılsınlar, maaşlarını bizzat ben vereceğim.




Ardından, Zeybek’e genel bir program çerçevesi çizdi:




- Ahmet Yesevi’yi anlatın. Alp-Eren tipini ülkücülere örnek gösterin. Türk tarihinin felaketler dönemini özellikle işleyin. Bunları işleyin ki, Türk’ün bu duruma neden düştüğü ortaya çıksın.




Zeybek, MHP ve Ülkücü kuruluşlar içinden en seçkin 30 isim belirledi. Hepsi işlerinden ayrıldı, MHP Genel Merkezi’nde göreve başladı. Alparslan Türkeş, bu 30 ismi 4,5 ay boyunca bizzat kendisi eğitti.




Anadolu’ya yayıldıklarında ‘eğitimci’ adını alacak olan bu 30 kişilik liste, şu isimlerden oluşuyordu:




‘Ramiz Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu, Mehmet Şandır, Himmet Kayhan, Muhittin Çolak, Rıza Müftüoğlu, M. Ali Özgüven, Abdullah Alay, Abdullah Kılıç, Hasan Sabri Erdem, Sami Bal, Ali Batman, Musa Serdar Çelebi, Hakkı Duran, Lokman Abbasoğlu, Şinasi Apaydın, Yılma Durak, Faik İçmeli, Yılmaz Saka, İbrahim Türedi, Mehmet Göktolga, Ahmet Güzel, Hakkı Şafakses, Nurettin Taşar, Ömer Haluk Primoğlu, Mustafa Öztürk, Muammer Cindilli.’




1999 seçimlerinde MHP’den milletvekili olduktan sonra TBMM’de Bülent Ecevit’i sert bir dille eleştirdiği için ihraç edilen Ali Güngör de ilk listede bulunuyordu. Ancak, Ali Güngör eğitimci olmadı. Daha sonra bu listeye yeni isimler eklendi, kadro genişletildi.




Bu arada, Namık Kemal Zeybek’e bağlı ikinci bir teşkilat daha kuruldu. ‘Araştırma Merkezi’ adı verilen bu kurumun başına Esat Güçhan getirildi. İlhan Kesici, Avni Çarsancaklı ve İlhan Gülsüm de bu birimin araştırmacılarıydı.




İlk birkaç ay ‘eğitimcilerin’ aylıklarını bizzat Alparslan Türkeş verdi. Muhsin Yazıcıoğlu’nun aylığı ise, sadece 2 ay işledi. Yazıcıoğlu, ‘Benim Sivas’tan param geliyor’ diyerek, verilen maaşı geri çevirdi.




EĞİTİMCİLİKTEN KONTROLÖRLÜĞE




Ardından Birinci MC Hükümeti kuruldu. MHP iktidar ortağı oldu. Gümrük ve Tekel Bakanlığı’na milletvekili olmamasına rağmen, dışarıdan yapılan bir atama ile Gün Sazak getirildi. Gün Sazak ise, Namık Kemal Zeybek’i müsteşar olarak atadı. Bunun üzerine, bütün eğitimcilerin Gümrük Bakanlığı’nda ‘kontrolör’ olmaları kararlaştırıldı. Bir yandan Ülkücü gençleri yetiştirecekler, diğer taraftan gümrüklerdeki kaçakçılık ve rüşvet olayları ile mücadele edeceklerdi. Operasyon yapıldı, ‘eğitimciler’ aylıklarını bakanlıktan almaya başladılar.




İk başta ’siyasi bir operasyon’ gibi görünen bu karar, beraberinde başarıyı da getirdi. MHP döneminde gümrüklerdeki rüşvet ve kaçakçılık bıçak gibi kesildi. O dönemde sol kesim de Gün Sazak’ın hakkını teslim etti. Daha sonra siyasi bir cinayete kurban giden Milliyet Gazetesi’nin Başyazarı Abdi İpekçi, MHP’ye karşıydı, ancak Gün Sazak’ı açıktan destekliyordu. 1978′de, CHP İktidarı döneminde Tuncay Mataracı Gümrük ve Tekel Bakanı oldu. Gümrüklerde rüşvet ve yolsuzluk alabildiğine yayıldı. İşte o günlerde, ‘aşırı solcu’ olarak tanınan CHP İzmir Milletvekili Süleyman Genç, Bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’de şu konuşmayı yaptı:




- Ben, MHP’nin idieolojisine karşıyım. Ancak, bir hakkı teslim etmek lazım ki, fikrini ve zikrini beğenmediğimiz MHP döneminde gümrüklerde rüşvet ve kaçakçılık son buldu.




Sülmeyman Genç, bu konuşmayı kendi partisinden bakan olan CHP’li Tuncay Mataracı’yı eleştirmek için yapıyordu. Çünkü Mataracı döneminde, gümrüklerdeki kaçakçılık ve rüşvet dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Mataracı, bu yüzden Yüce Divan’da yargılandı ve ceza aldı. MHP’li Gün Sazak ise, 27 Mayıs 1980 günü Dev Sol tarafından öldürüldü. Ancak, taşeron bir örgüt olan Dev-Sol’un arkasında kaçakçılık şebekeleri vardı.




Emin Pazarcı






KURT BAKIŞI




“21 Temmuz 1977. AP Lideri Süleyman DEMİREL’ in Başbakanlığında; Alparslan TÜRKEŞ’ in, Erbakan gibi Başbakan Yardımcılığı görevini üstlendiği Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu.




MHP kabinede Sağlık, Ticaret, Gümrük ve Tekel, birde Devlet Bakanlığı ile temsil ediliyordu. MHP’liler hükümet ortağı olmanın mutluluğunu yaşıyorlardı. MHP’nin elinde ki bakanlıklar Ülkücülerle dolup taşıyordu. Özellikle Sıhhiye semtinde ki Sağlık Bakanlığı, DTCF ve Atatürk Liseli gençlerin uğrak yeri oluyordu. Gençler sık sık bakanlıkta ki ağabeylerini ziyaret ediyorlardı.




Bir gün öğle saatlerinde solcu gruplar bakanlığın etrafını sarmaya başladılar. Sayıları yüzün üzerindeydi. Önce çeşitli sloganlar attılar:




- Kahrolsun faşitler…


- Faşizme karşı omuz omuza…


- Katil iktidar…




Daha sonra eylemlerini fiili saldırıya dönüştürdüler. Sağlık Bakanlığını taş yağmuruna tuttular. Bakanlığın bütün camlarını aşağı indirdiler. Atılan taşlar artık bakanlığın içine yağıyordu.




Saldırı sırasında Ülkü Ocakları Genel Merkezi yöneticileri de oradaydılar. Bakan Cengiz GÖKÇEK‘le görüşmüş dışarı çıkmaya hazırlanıyorlardı. Gürültüleri duyan Genel Başkan Muhsin YAZICIOĞLU, çevresinde toplanan öğrencilere sordu.




- Neler oluyor?


- Komünistler bakanlığı bastı başkanım. Çok kalabalıklar, slogan atıp içeri taş yağdırıyorlar.




YAZICIOĞLU, yanında ki Ocak yöneticileri ve Atatürk Liseli gençlere “buna izin veremeyiz” dedi. Merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladı. Çevresinde ki 15- 20 kişilik grup da onu izledi. Yazıcıoğlu, liseli ülkücülerle kırılan camların arasından geçip, Bakanlığın dış merdivenlerinin başına geldiğinde saldırganlar bir an durakladılar. Bu durum çok uzun sürmedi. İlk anki şaşkınlık geçtikten sonra,”Vurun faşistlere” bağrışmaları duyuldu ve taş yağmuru daha da arttı.




YAZICIOĞLU, yerdeki taşlardan birini alıp, bağırdı:




- Vurun lan komünistlere!




Çevresinde ki gençler ve bazı Ülkücü bakanlık çalışanları da peşine takıldılar. Ellerinde ki taşlarla bakanlığı basan solcuların üzerine atıldılar:




- Allah, Allah, Allah, Allah…




Sayıları azdı, ancak Bakanlık merdivenlerinin üzerinde olduklarından hâkim bir durumdaydılar. Bu yüzden de attıkları taşlar yerini buluyordu. Bakanlık içinden bir anda Allah Allah sesleriyle çıkışları da etkili olmuştu. Solcu gençler kaçmaya başladılar.




Oysa peşlerindeki Ülkücülerin sayısı 30-40 kişiyi geçmiyordu.




Bu kovalamaca Zafer pasajına kadar sürdü. Zafer pasajı o günlerde solcu gençlerin merkezi durumundaydı. Bağrışmaları duyan bir grup da pasajdan dışarı çıkmıştı. Solcu gençlerin hem sayısı arttı hem de pasajdan çıkanlar, arkadan gelenlerin çok küçük bir grup olduğunu gördüler.




Bu defa da onlar saldırıya geçtiler.




Ülkücülerin, sayıca kalabalık bu grubun karşısında hiç şansları yoktu. Dayak yiyecekleri aşikârdı. Özellikle liseli gençlerin bir kısmı tereddüt ettiler. Kaçmayı düşündüler ve geriye doğru hamle yaptılar.




Muhsin YAZICIOĞLU ise, geri çekilemezdi, Çünkü O Ülkücü Gençliğin Lideriydi. Ülkü Ocaklarının Genel Başkanıydı. Başka çare kalmamıştı ve yapılacak tek iş vardı. Hemen elini beline attı, silahını çıkardı. Havaya birkaç el ateş etti ve kaçmaya çalışan Ülkücülere doğru döndü:




- Kaçmayın, kaçanı vururum!




Hava bu defa tersine döndü. Silah sesini duyan solcu gençlerin tamamına yakını Pasajın içine kaçtı. Birkaç silahlı solcu da YAZICIOĞLU’ na cevap verdi. Ancak onlarda fazla direnemediler ve pasajın içine girdiler.




Ülkücüler Sağlık Bakanlığının namusunu kurtarmıştı!




Solcular kaçtılar ama mücadele sona ermedi. Silah sesleri üzerine polis otoları birbiri ardına Zafer Pasajı’nın önüne gelmeye başladı. Polisler Yazıcıoğlu’nu alıp götürmek istiyorlardı. Yazıcıoğlu direndi. Polisin ısrarı üzerine de çevik bir hareketle park halindeki bir minibüsün üzerine çıktı:




- Komünistler artık devletin bakanlıklarını basıyorlar. Arkadaşlarımızı vurdular. Ankara’yı dağ başına çevirdiler. Biz Devleti arıyoruz. Nerede bu devlet?




Polisler Yazıcıoğlu’ndan aşağı inmesini istiyorlar o ise ısrarla konuşuyordu:




- Bunlar, Türkiye’yi Moskova’nın uydusu yapmak istiyorlar.




Bu ilginç olayları üzerine çevre de vatandaşlarda birikti. Bu arada olayı duyan Ülkücüler, Zafer Pasajının önüne akın ettiler. Minibüsün etrafında yüzlerce insan toplandı.




Bazı ülkücüler ise vatandaşın arasına girip onları tahrik ettiler.




- Komünistler, Devletin bakanlığını basıyor. Silah kullanıyorlar. Polis ise saldırganlar yerine bizim üzerimize geliyor. Gitsinler Zafer pasajını arasınlar. Silahlı komünistleri gözaltına alsınlar…




Vatandaşların da tepki göstermesi üzerine, polis geri çekilmek zorunda kaldı. Yazıcıoğlu çevresindeki Ülkücülerle birlikte yürüyerek Ocak Genel Merkezine gitti. Baskın ters tepmişti, Ülkücüler solun hâkimiyetinde ki Kızılay’da tam bir gövde gösterisi yaptılar.




Olaydan MHP Genel Başkanı Alparslan TÜRKEŞ’in de haberi oldu. Muhsin Yazıcıoğlu’nu acele Genel Merkez’e çağırdı.




Yazıcıoğlu odasına girdiğinde, “Oğlum olmaz” dedi.




- Yanlış yaptın. Komutan cephede savaşmaz.




Yazıcıoğlu ,”Mecbur kaldık Başbuğum” dedi.




- Biz organize olup saldırıya geçmedik. Biz Sağlık Bakanlığında baskına uğradık. Devletin Bakanlığı basıldı. Böyle bir durumda nasıl sessiz kalabilirdik?




Türkeş,”Doğru, haklısın, ama”diye araya girdi:


-Sen yine de komutanın cephede savaşmayacağı kuralını aklından çıkarma…”




Yukarıda ki satırlar Emin PAZARCI’ nın “KURT BAKIŞI” adlı kitabından alınmıştır. O yılların mücadelesini, çilelerini ve ağır şartlarını anlatırken; kimi zaman güldüren, kimi zaman düşündüren, kimi zamanda ağlatan 12 Eylül öncesi hatıralarla, destanlarla dolu bir kitap.




İster Alperen Ocaklı olsun, ister Ülkü Ocaklı olsun o günleri ve o günlerin şahsiyetlerini anlamak isteyen yeni nesillerin bu kitabı okuması gerektiğine inanıyorum. Ve özellikle o günleri hep sol gözüyle bakanlardan dinleyen Türkiye’nin aydınlık çocuklarının…




“Ben milletim uğruna adamışım kendimi


Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir.


Zulüm Azrail olsa hep Hakkı tutacağım,


Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir…
Share:

0 commentaires:

Post a Comment

Popular Posts

ما هو افضل مسلسل لسنة 2020 ؟
مسلسل الهندي مملكة الحب
مسلسل تركي الحفرة
مسلسل وادي الذئاب
Created with Quiz Maker

Blog Archive

Pages

Theme Support